Bly Malikânesi: The Haunting of Bly Manor Ekibiyle Röportaj
2018’de Netflix’te on bölümlük bir mini-dizi olarak yayınlanan The Haunting of Hill House, başarısının ardından bir antoloji diziye dönüştü. Dizinin yaratıcısı Mike Flanagan, diziyi Shirley Jackson’ın 1959 tarihli, aynı adlı romanı üzerine kurmuştu. İki yıl sonra şimdi, karşımızda antolojinin ikinci hikayesi The Haunting of Bly Manor var, bu kez kaynağını Henry James’in 1898 tarihli kısa romanı The Turn of the Screw’dan alıyor. Sadece bir korku dizisi olarak değil, gotik bir romans olarak da tanımlanan bu sezonda, yine ürpertici bir ev, gizemli olaylar, yüzleşilmesi gereken gerçekler var. Zoom üzerinden gerçekleştirdiğimiz röportajda, dizinin oyuncuları Victoria Pedretti, Oliver Jackson-Cohen, Henry James, T’Nia Miller ve Amelia Eve, canlandırdıkları karakterler ve setteki ortamla ilgili sorularımı yanıtladı.
Victoria, Henry ve Oliver… Üçünüz, iki yıl önce The Haunting of Hill House kadrosunda da yer alıyordunuz. The Haunting of Bly Manor‘ın çekimleri sırasında iki karakter arasındaki hangi farklılıklar ve benzerliklere odaklandınız?
Victoria Pedretti: Benzerliklere odaklanmadım. Herkes de farklı benzerlikler yakalayacaktır çünkü izleyicinin dikkatini karakterlerin farklı özellikleri çekmiş olabilir. Farklılıklarına, fiziksel farklılıklarını saymazsak, fazla odaklanmadım aslında. İnsanların ilk sezondaki karakterlerimizle fazlasıyla güçlü bağlar kurduğunun farkındayım. Kısacası bilfiil karakterleri farklılaştırmaya uğraşmadan, sadece hikâyeye hizmet etmeye ve benden bekleneni yapmaya çalıştım.
Henry Thomas: Hugh Crain ve Henry Wingrave arasındaki tek benzerlik her ikisinin de aşkla ilişkili büyük bir kayıp yaşamış, büyük bir travma geçirmiş olmaları. Hugh acısına tahammül edebilen bir karakterken, Wingrave basitçe, son demlerinde bir ayyaş.
Oliver Jackson-Cohen: Luke Crain ve Peter Quint’in benzediklerini düşünmüyorum. Ama aslında Mike’la (Flanagan) tartışığımız bir şey vardı; iki karakter her ne kadar çok farklı da olsalar, hatta neredeyse kutup kutuba zıt da olsalar, her ikisi de derin acılarla dolu bir noktadan geliyorlar. O noktadan sonra insanın nasıl farklı yolları seçebileceğini keşfetmek gerçekten ilginç oldu: Luke Crain’in iyi niyetliliği ve Peter Quint’in iyilikle ilgili sorunu. Sonuçta bizler oyuncuyuz; bu karakterlerin hepsi bir anlamda bizim bir parçamızdan geliyor. Ama böyle bir antolojinin parçası olmanın en güzel yanı, Mike’ın yarattığı bu çok farklı karakterleri birbiri ardına canlandırma şansının bize verilmesi.
Victoria, sence The Haunting of Bly Manor Dani’nin mi, çocukların mı yoksa Göldeki Kadın’ın hikâyesi mi?
Victoria Pedretti: Bence Bly’daki komünitenin kolektif bir hikâyesi bu. Evet, her şey Dani’nin peşine takılmamızla başlıyor ama hikâyenin bütünü daha çok malikâne hakkında.
Böylesi yetenekli çocuklarla çalışmak nasıldı?
Victoria Pedretti: Olağanüstü, inanılmaz bir deneyimdi. Daha önce bu kadar küçük yaştaki çocuklarla çalışmadığım için bu beni başlarda kesinlikle korkutmuştu. Ben onların yaşında olsaydım o kadar iyi odaklanamazdım sanıyorum. O denli profesyonel, odaklanmış ve adanmış olmaları beni şaşırtıyor. Aynı zamanda onlar için gerçekten inanılmaz bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. The Haunting of Hill House da benim ilk projemdi; nasıl olduğunu hatırlıyorum. Bu deneyim yeni ve yabancı olduğunda, her şeyin ne kadar ‘büyük’ – ki onlar için çok daha büyük gözükmüş olmalı! (gülüyor.) – ne kadar parlak, ne kadar hızlı, ne kadar gürültülü gözükebileceğini anlıyorum. Kısacası, kendimi bir yandan hazırlıksız hissediyor, bir yandan da özellikle onlara yardımcı olmaya hazır hissediyordum. Onlar da bana çok şey öğrettiler. Sette çocukların olmasının, bizi bazı şeyleri tartışmayı hatırlattığı için çok iyi bir ortam sağladığını düşünüyorum. Sürekli devam etmek ve anlayışlı olmak mümkün değil. Sanırım çocuklar daha rahat bir şekilde “Bu beni rahatsız ediyor.”, “Kafam karıştı.” ya da “Ne tarafa bakmalıyım?” diyebiliyorlar. Bu, yani rahat ve güvende hissettiğiniz bir set ortamı, gerçekten çok önemli ve gerekli. Üretken bir set kendiliğinden oluşmuyor; bu tartışarak, zamanla birlikte geliştirilen bir şey ve bence çocuklar bunu kolaylaştırıyor.
Bly Malikânesi gerçekten büyük, karanlık ve kasvetli gözüküyor. Malikâne dışında, stüdyoda yapılan çekimler sırasında sizi rahatsız hissettirmek, hatta korkutmak için yapılan, sanki gerçekten o malikânedeymiş gibi hissetmenizi sağlayan bir şey oldu mu?
T’Nia Miller: Ben sadece mobilyalar benim olsun istedim! “Of, şu tabloya bak, kimin bu, lokal bir sanatçı mı?”, “Of, şuna bak ne kadar hoş!”, “Aa, bundan büyükannemde vardı…” – biliyorsun, sonuçta hikâye 80’lerde geçiyor. Hiç korkutucu değildi aslında, benim gözüm sadece mobilyalarda ve mobilyaların içindekilerdeydi. Tabii bazen insanlar birdenbire karşına çıkabiliyor ya da bir yerde gizlenmiş olabiliyordu. Sana da yerinde sabit durman söyleniyor ve birden onları görünce… (Çığlık atıyor.)
Amelia Eve: Bir de etrafta senin dışında kimse yoksa gerçekten biraz ürkütücü olabiliyordu. Örneğin hatırlıyorum eğer “üst kata” gittiysem ve tüm ekip “alt kattaysa”, bu ikisi yan yana ama farklı stüdyolar, etrafta kimse yokken ve ışıklar kapalıyken orada tek başıma yürürken biraz ürküyordum. Öylesi büyük bir mekanda, tek başına olmak tüyler ürpetici. Tabii etrafta dolaşan hayaletlerden bahsetmiyorum bile! (Gülüyor.)
Benim dizide en beğendiğim bölüm, Hannah’nın sürekli zamanda atladığı bölüm oldu. T’Nia, özel olarak bu bölüm hakkında neler söyleyebilirsin, bu bölümün neleri değiştirdiğini düşünüyorsun?
T’Nia Miller: Bence beşinci bölüm, gerçeküstü olanın başlangıç noktası. Bir şeylerin döndüğünü biliyoruz ama o noktaya kadar her şey daha yumuşak ilerlerliyor. Ve bam! Beşinci bölüm geliyor ve oradan oraya atlamaya başlıyoruz, bize o evin ya da o evin gücünün neler yapabildiğini gösteriyor. Öyle sinsi ki, böylesi güzel bir malikâne aslında tüm enerjini emen, seni bırakmayan, karanlık bir yer. Bly Malikânesi seni ele geçirdiği anda sımsıkı yakalıyor ve öyle bir tutuyor ki, kolay bırakmıyor. Omzundaki, ama orada olduğunu fark edemediğin bir el gibi. Hannah da bence, bunca zaman evi olmuş bu mekanın bir anda tehlikeli, düşmanca ve korkutucu bir yer olduğunun o an farkına varıyor. Kabul etmesi gerçekten zor bir durum. Beşinci bölümde gördüğümüz bu, tüm anıları karman çorman oluyor ve güzel olan çirkine dönüşüyor. Ama tüm bunlar aslında onun kendi şeytanları, başa çıkmaya çalıştığı kendi hayaleti…
Dani, Hannah ve çocukların aksine, Jamie Bly Malikânesi’nde yaşamıyor. Amelia, sence bu Jamie ve onun hikayedeki yeri açısından neleri farklı kılıyor?
Amelia Eve: Bence bu ona Bly Malikânesi’nde dönen karanlık olaylarla arasına mesafe koyma kabiliyeti veriyor. Sonuçta orada uyumuyor. Ayrıca gerçek hayatta korku filmleri izlediğin zamanları düşün: “Neden orada uyuyasın ki! Korkunç! Neden orada uyuyasın!” demek istediğin olmuyor mu? Bu yüzden Jamie izleyicinin gözünde en aklı başında karaktere dönüşüyor bir anlamda: Başka bir yerde uyuyor ve gündüzleri oraya geliyor, duh! (Gülüyor.) Jamie’nin biraz da hikâyenin tamamında bir topraklama işlevi gördüğünü düşünüyorum. Malikânede olan şeylerin tuhaflaşmaya başladığı noktada o her şeyi süpürüp, yeniden gerçeklik duygusuna yaklaştırıyor.
The Haunting of Bly Manor, 9 Ekim‘de Netflix’te olacak.
İlk yorumu siz yazın!