Hipokrat: Şehirli İnsanın Vicdan Muhasebesi Üzerine Bir Oyun
Bazı oyunlar vardır, sizi anlattıkları hikayenin bir parçası olmaya davet ederler. Derler ki, “Fazla düşünme, bırak kendini bize, sadece aramıza katıl”. Onlardan aldığınız cesaretle, içinde bulundukları zaman ve mekana geçiş yapar, bir teslimiyet haline geçmeye gönüllü olursunuz. Bir de bazı oyunlar vardır ki, sizinle aralarına küçük de olsa bir mesafe koyar, nesnelliğinize toz kondurmak istemezler. Oyuncuların ağzından çıkan her replikte kendinizi daha fazla sorgular, anlatılanlara tanıklık ederken zihninizde dönüp duran düşüncelerin hızına yetişemezsiniz. İşte Hipokrat, tam da böyle bir oyun.
Türkiye’de oyunculuk denince aklıma gelen ilk isimlerden biridir Canan Ergüder. Her projesini ayrı bir heyecanla takip eder, her izlediğimde daha fazla hayran kalırım sergilediği performanslara. Kendisi, uzun bir aradan sonra yeniden tiyatro sahnesinde, üstelik bu kez eşi Kenan Ece ile birlikte.
Erdi Işık‘ın yazıp Kayhan Berkin‘in yönettiği, adını tüm hekimlerce kabul gören Hipokrat Yemini’nden alan, Toy İstanbul’un yeni sezon oyunlarından birisi Hipokrat’ın merkezinde, tam da 2019’un İstanbul’unda sorgulanması gerektiğini düşündüğüm bir duygu yer alıyor: vicdan.
Belki bilirsiniz, bundan iki yıl önce, Hipokrat Yemini’nin içeriğinde birtakım güncellemeler yapılmıştı. “Mesleğimi vicdanımla ve onurumla uygulayacağıma” ifadesindeki ‘vicdan’ sözcüğü, hekimin kişisel değerleri ile bağlantılı olabileceği konusunda bir belirsizlik yaratabileceği için, yanına birkaç ek ifade alarak; “Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma” şeklinde değişmişti. Hipokrat oyunu, işte bu yeni cümlenin hikayesi.
Oyunda Canan Ergüder ve Kenan Ece çiftini, Doktor Yeşim (37) ve Doktor Furkan (35) karakterlerinde izliyoruz. Her ikisi de üniversite sınavında Türkiye derecesi almışlar, mesleklerinde çok başarılılar, modern hayatlara sahipler ve kariyerlerinin en parlak dönemini yaşayan iki cerrahı oynuyorlar. Yeşim romantik bir akşam yemeğinin umduğu gibi gitmediğini görünce geceyi sonlandırmak için, Furkan ise yılbaşı gecesinde nöbeti olduğundan kendisini hastanede buluyor. İkisini de bekleyen acil bir ameliyat onları hiç ummadıkları bir şekilde dallanıp budaklanan bir iç hesaplaşmaya sürüklüyor.
Yeşim’in hastası, düğün gecesi evlendiği, kendisinden yaşça çok küçük, reşit bile olmayan bir kız tarafından bıçaklanan, 40’lı yaşlarda bir erkek, Ahmet; Furkan’ın hastası ise Suriyeli, 10 yaşında bir çocuk. Oyunun ilk dakikalarında, iki ameliyatın da başarısızlıkla sonuçlandığını ve hastaların hayatlarını kaybettiğini izliyoruz. Hesaplaşma, tam da bu noktadan sonra başlıyor: iki cerrah da kendisini tuvalete kilitliyor.
“Tuvalet mi, neden ki” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir düşünün, hepimiz için bir kaçış alanı değil midir tuvalet? Canan Ergüder, bir röportajında karakterlerin yüzleşme mekanı olarak belirledikleri tuvalet ile ilgili şunları söylüyor: “İnsanlar genelde kaçış için tuvaleti kullanır. Şu an ters bir durum olsa müsaade isteyip tuvalete gideriz. Orada kendimize bir çeki düzen veririz. İhtiyacın varsa giderir, kafandan bir şeyler geçirir, sakinleşir ve ondan sonra dönersin. Tuvalet aslında kendinle baş başa kaldığın mahrem bir yerdir.” Bu noktada, oyunun dekorunu 3 bin adet tuvalet kağıdı kullanarak yaratan Gökhan Kodalak’ın yaratıcılığına şapka çıkarmak istiyorum, fikri oldukça etkileyici buldum.
Karakterler kendilerini tuvalete kapattıktan sonra ne mi oluyor? İki şehirli insanın bilinçaltına yolculuk ediyor, monolog şeklinde ilerleyen bir hesaplaşma izliyoruz, bir nevi vicdan muhasebesi. Her ikisi de bir kriz anı içerisinde ve eş zamanlı bir akışta, kendi ahlak anlayışlarını sorguluyorlar; bunu yaparken de ırkçılık, taciz, cinsiyet gibi başlıklar arasında mekik dokuyorlar. Oyunun dokunmak istediği nokta da tam olarak bu, kentli insanın ahlak tanımı ve bu tanımın kişisel yaşantılardan ne denli kolay etkilenebildiği. Bunun doktorluk mesleği üzerinden yorumlanmasına ise sonra geleceğim. Varılmak istenen bu noktanın aynı anda hem bir kadın, hem de bir erkeğin gözünden izleyiciye sunuluyor olması da ayrıca çok değerli bence.
Gelelim doktorluk meselesine ve tabii Hipokrat Yemini’nin doktorluk mesleğinden beklentilerine. Daha önce bahsetmiştim; Yeşim’in hastası kendinden yaşça çok küçük bir kızla evlenmeye kalkışan Ahmet, Furkan’ın hastası ise Suriyeli bir çocuk. Buraya kadar her şey tamam. Şimdi oyun boyunca, doktorlarımızın hastaları ile ilgili ne gibi kişisel duygu ve düşüncelere sahip olduğu hakkında bize fikir veren ipuçlarına gelelim.
Yeşim: “Ben hesap soruyor muyum 40 yaşında koskoca adamı reşit olup olmadığı muamma olan bir kızla evlendirdiniz diye!”
Furkan: (Suriyeliler için) “İçlerinden biri eksilse ne olur ki!”
Şimdi size soruyorum, sizce karakterlerimiz o ameliyatlara kişisel duygu ve düşünlerinden, belki de önyargılarından arınmış bir saflık ile girmiş olabilir mi, bu gerçekçi mi? Benim için her şey çok net; Yeşim için Ahmet ahlaksız adamın teki, Furkan için Suriyeli çocuk ise “içlerinden eksilse” kimsenin ruhunun duymayacağı, var ile yok arası biri. Ve kendilerinden beklenen makineleşmiş tepkiler bir yana, cerrah kimliklerinin temelinde birer insan oldukları için kişisel değerlerlerinden bağımsız hareket etmeleri çok güç.
Oyunda tam da bu güç duruma tanık oluyoruz aslında, daha doğrusu az önce söylediğimin karakterlerin bizzat kendileri tarafından farkına varıldığı anları ve onların bu bilinç karşısında şekilden şekle geçişlerini izliyoruz. Kendileriyle göz göze geliyorlar adeta, ilk defa bilinçaltlarından filtresizce taşan ve daha önce kendileriyle bir kez bile olsun bağdaştırmaya tenezzül etmedikleri duygulara merhaba deyişlerini görüyor, biz de onlar gibi bir arada kalmışlık hissiyatına kapılıyoruz zaman zaman.
Üstelik işin içinde biraz alkol de var, çünkü o gece her ikisi de hastaneye bir kutlamanın ardından geliyor. Kısacası, oyun doktorların ağzından bizlere şöyle bağırıyor gibi geliyor bana: “Doktor olabilirim ama her şeyden önce insanım ben, hata yapabilirim!”
Doktor Yeşim ve Furkan, kimsenin onları görmediğinden emin oldukları dar bir alanda; tüm korkuları ve endişeleriyle karşımızdayken, kendilerini sakinleştirme şekilleri ile de kadın ve erkekler arasındaki farklılıklara parmak basıyorlar. Doktor Yeşim, biraz durulmak ve daha iyi hissedebilmek için çeşitli nefes teknikleri deniyor, meditasyon yapıyor; Furkan ise kaslarına dokunuyor, çeşitli fiziksel egzersizler yaparak kendini daha “güçlü” ve yüksekte hissetmek için çabalıyor. Bilmiyor ki, o güçlü hissetme hali dışarıda değil, içeride; en azından içeriden geliyor.
2019’un İstanbul’unda vicdan nedir, iyi insan olmak nedir soruları oyun boyunca dönüp dolanıyor zihnimizde. Canan Ergüder ve Kenan Ece’nin bizimle göz teması kurarak sergiledikleri, ayrı ayrı olağanüstü oyunculuk performanslarının tadı damağımızda kalıyor, iyi bir oyun izlemenin eşsiz tatminiyle ayrılıyoruz salondan. İçimizde “bir insanın kafasında aynı anda konuşan ne kadar çok değişken ses olabiliyormuş”un farkındalığı ve bir yandan oyunda yüzümüze tokat gibi çarpan kimi replikleri aklımızda tutma telaşı, veda ediyoruz bu değerli hikayeye. Eminim, her hikayenin olduğu gibi bu hikayenin de bırakacağı izler olacak üzerimizde.
Oyunda yer alan ve beni çok etkileyen bir repliği paylaşarak, böylece oyunun amacını kendi tarafımda da devam ettirip, doktorluk mesleğiyle ilgili bir konuyu sorgulamanıza aracı olarak sonlandırmak istiyorum yazımı: “Sürekli kadın doktora muayene olmak isteyip, kızlarını okutmayan insanların yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz.”
Oyunun biletlerine ulaşmak için tıklayın.
Kapak fotoğrafı: Biletix
İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan Tiyatro Önerileri
Yazıdan bu kadar etkilendiysem oyundan kim bilir ne kadar etkileneceğim.
Çook mutlu oldum, teşekkür ederim! En kısa zamanda izlemelisin bence. Gidersen, sonrasında üzerine konuşmak da isterim. 🤗✌