I, Daniel Blake: Sistemin Sindirdikleri
İngiliz yönetmen Ken Loach’un ilk gösterimi Cannes Film Festival’da yapılan yeni filmi “I, Daniel Blake” festivallerde kaçıranlar için bu hafta itibariyle vizyonlardaki yerini alıyor. Geçirdiği kalp krizi sebebiyle bir süre işinden mahrum kalacak Daniel Blake adlı bir marangozun başına gelenleri anlatan film, ülke/toplum ne kadar gelişirse gelişsin sistemin her yer yerde aynı olduğunu ve zengin ile zengin olmayan arasındaki farkın hiçbir yerde değişmediği gerçeğini gözler önüne seriyor.
Newcastle’da yaşayan İngiliz marangoz Daniel Blake (Dave Johns), geçirdiği kalp krizi sebebiyle bir süreliğine işinden mahrum kalır. Henüz emekliliğe ayrılmamış olan Blake’in geçinmek içinse marangozluktan kazandığı paraya ihtiyaca vardır. Her sosyal devlette olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da iş yapamaz durumdakiler için devlet desteği vardır, ancak bu desteği almak için birtakım bürokratik süreçlerin atlatılması gerekmektedir. Daniel Blake’in özelleştirilip Amerika menşeli bir şirkete devredilen bu destek kurumuna başvurusu ise ondan sorumlu yetkili tarafından reddedilir. Doktor tarafından çalışmasına izin verilmeyen Blake itiraz hakkını kullanmaya karar verir, ancak bu sefer de “kurallar” engeliyle karşılaşır. İşsizlik maaşı başvurusu yapmak durumunda kalan Blake, burada iki çocuğuyla bir başına kalan Katie (Hayley Squires) ile tanışır. Bir yandan Katie’ye destek olmaya çalışan, diğer yandan da kendi mücadelesini veren Daniel Blake, günün sonunda sistemin sindirdikleri arasındaki yerini alır.
I, Daniel Blake filminin bu denli konuşulma sebebi sistemi eleştiriyor olması değil elbette. Zira geçtiğimiz yılki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Hırvat filmi Takva su pravila (These Are The Rules ve bu yılki Filmekimi’nde izleyiciyle buluşan Romanya yapımı Bacalaureat (Graduation) da yine sisteme farklı noktalardan eleştirel bir gözle yaklaşıyordu. Ancak Ken Loach’un filmini diğerlerinden ayır bir yere koyan asıl mesele, kendini diğer toplumlardan ve dünyanın büyük çoğunluğundan ayrı bir yerde tutan Birleşik Krallık’taki, İngiltere’deki ayrımcılığa dikkat çekiyor olması. Kendini civilized (medeni/uygar kelimeleri tam olarak aynı anlamları taşımıyor) olarak ilan eden ve eskisi kadar olmasa da bugün dünyaya yön veren devletler arasında üst sıralarda yer alan İngiltere’nin, hâlâ zengin ile zengin olmayan arasındaki farkı açmaya çalışıyor olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkarmasıyla değer kazanıyor film.
Katie’nin hikayesi, İngiltere’nin her yönüyle başkenti konumunda olan Londra’daki bu “sindirme operasyonunu” anlatıyor. Zira iki çocuğuyla bir başına kalan ve bir süre barınakta, çocuklarıyla birlikte yokluk içinde yaşamak zorunda kalan Katie, sonunda Londra’nın yani İngiltere’nin uluslararasına açılan dünyasının dışına, Newcastle’a atılıyor. Burada sıfırdan bir hayat kurmaya mahkum edilen Katie, işsiz ve bekar bir anne olmasına karşın özel şirketlerin kontrolündeki sözde sosyal devlet anlayışının kurbanları arasındaki yerini alıyor. Çocuklarının karnını doyurabilmek, onlara en azından bir yaşam standardı yaratabilmek için aç kalıyor, ölümle burun buruna geliyor. Öyle ki şirketlerin, özelleştirmelerin aksine halden anlayan ve elinden geleni yapmaya çalışan Daniel Blake gibilerin yardımı olmasa bir sonraki gün nasıl hayatta kalacağını bile kestiremiyor.
Filmin asıl kahramanı Daniel Blake’in hikayesi ise çağrı merkezlerinden özelleştirilmiş devlet kurumlarına kadar her yönüyle sistemi ele alıyor. Devletin atadığı yetkin ve yetkili doktoru tarafından çalışamaz durumda gösterilen Daniel Blake, Amerka menşeli şirketin atadığı ve ne bir hemşire ne bir doktor olan “sağlık çalışanı” tarafından çalışabilir olarak değerlendirildiğinde başlıyor aslında hikaye. Bir stand-up’ı andıran (ki Gabriel Iglesias’ı izliyormuş/dinliyormuş hissine kapıldığımı itiraf etmem gerekli) bu açılış sahnesinin ardındansa çağrı merkezi belasıyla karşılaşıyor kahramanımız. Aynı ülkemizde olduğu gibi saatlerce o tahammül edilemez melodiyi dinlemeye mahkum ediliyor ve bir anlamda da şikayetini dillendirmesi imkanı elinden alınıyor (çabasının cebine verdiği zarar da cabası). Yetkililer tarafından anlamsız gerekçelerle bir oraya bir buraya savrulan Blake, yardımı alamadığı her gün daha da zor bir duruma düşüyor. Elinde neyi var neyi yoksa satıyor. Sonunda, sistemin sindirdiği kişiler arasındaki yerini alıyor.
Sistemin hiçbir yerde değişmediği, aksine bulaşıcı bir hastalık misali hızla yayıldığı gerçeğini gözler önüne seren I, Daniel Blake filminin büyüsünü bozan tek kısım ise, Daniel Blake karakterinin son 10 dakikalık bölümde azizleştirilmesi, yüceltilmesi. Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz üzere tanrısallaştırması ve kutsamasıyla film maalesef yaşanan bu hikayenin anonim kalmasını, dolayısıyla da evrenselleşmesini engelliyor. Evet, güçlü bir hikaye olması ve dünya geneline yayılmış “sistem”i eleştirel bir dille konu almasıyla Daniel Blake’in hikayesi zaten evresel. Ancak Blake’i yüceltmek ve kahramanlaştırmak yerine hikayeyi Balkan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz şekilde biraz daha sertleştirebilse ve bu duygusal bağı son dakikalarda inen bir tokatla güçlendirse çok daha etkili olabilirdi. Yine de I, Daniel Blake –yılın en iyisi olmasa bile– aldığı tüm övgüleri hak ediyor.
IMDb Puanı: 7.9/10
İlginizi çekebilir: Özant Kamacı’dan “Ken Loach Sineması: İzleyenlerin Umutlarını Yeşertecek Filmler”
İlk yorumu siz yazın!