14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali sona erdi!
theMagger olarak festivalin en ilham verici, en güzel keşiflerle dolu bölümü Keş!f’i yakından takip ettik ve bu bölümde yarışan filmleri yorumladık.

kes!f-uluslararasi-yarisma-33-308-2

PLEMYA (The Tribe | Kabile) | Miroslav Slaboshpitsky, Ukrayna, Hollanda

Nefreti, sevgiyi, acımasızlığı anlatmak için sözcüklere ihtiyaç olmadığını kanıtlıyor Plemya. 130 dakika boyunca insan ırkının en ilkel duygularının, içgüdülerinin sessiz ama bir o kadar da çığlık çığlığa halini izliyoruz. Sağır ve dilsiz öğrencilere eğitim veren okula yeni gelen öğrenci ile birlikte biz de dahil oluyoruz bu tanımadığımız ortama. Neşeli bir törenle döneme başlanan, öğrencilerin çok sevdikleri öğretmenlerine çiçekler getirdiği bu pek sevecen görünümlü okulun ilerleyen sahnelerde aslında şiddetin, istismarın, acımasızlığın en ağır hallerine şahit olduğumuz çarpık bir yapı olduğu anlaşılıyor. Yeni gelen çocuğun çoğu zaman doğruyu ya da yanlışı sorgulamadan hayvani içgüdüleriyle fuhuş, hırsızlık ve zorbalığın kol gezdiği okula dahil oluş sürecini izliyoruz. Adını krediler akana kadar öğrenmediğimiz karakterimizin kırılma noktası, pazarlamaya başladığı kız öğrencilerden birine aşık olması oluyor. Henüz dahil olduğu sürünün merhametsiz düzenini bozacak davranışları pek tabii tolere edilmiyor. ‘Kötülüklerin karşısında yenilmez masum aşk’ gibi bir peri masalı sunulmuyor izleyiciye. Filmin başından beri  masum olduğuna inanmak istediğimiz, aşk diye nitelediğimiz ergenliğinin getirdiği karşı konamayan cinsel saplantıları ve aslında çıkarları söz konusu olduğunda sürünün geri kalanından pek de farkı olmayan ‘kahraman‘ımız tek çıkış kapımız haline geliyor. Varlığını duymak, bilmek istemediğimiz bu hikayeye kulaklarımızı tıkama şansı bırakmıyor film. Plemya dayak atarcasına hissettirmek istediğini hissettirirken, izleyicinin anladığı dilde bir altyazıya ya da dublaja gerek duymuyor.

kes!f-uluslararasi-yarisma-33-313-2

CHRISTMAS, AGAIN | Charles Poekel, ABD

Hayalini kurduğumuz ilk anda “New York’ta Noel” ne kadar heyecan verici bir zaman – mekan tamlaması gibi gelse de Christmas, Again neşeli noel şarkılarından esinlenmiş bir film değil. Brooklyn sokaklarındaki karavanında gece vardiyasında Noel ağacı satmakta olan kahramanımız için Noel’in şekerleme tadında olduğunu söyleyemeyiz. Renkli ışıklar, çam ağaçları ve süslemeler bir önceki yıl aynı işi birlikte yaptığı sevgilisiyle yaşadığı sarsıcı ayrılığı hatırlatmak üzere kurgulanmış gibidir. Noel ağacı almak için uğrayan müşterilerin çam ağaçları hakkında sordukları aslında pek de ilgi çekici olmayan sorulardan hayatlarına dair belki de pek geçerliliği olmayan yargılarda bulunuyoruz. Sıradan noel ritüellerini gerçekleştiren insanlar arasında kahramanımızın yaşadığı buhran parkta bir evsizin yanında bayılan tanımadığı bir kıza yardım etmesiyle bölünüyor. Hayatına kontrolsüzce giren insanlar, olaylar, çam ağacı sevkiyatlarını bitirdikten sonra battaniyesiyle karavanında tek başına uyuma planı yapan karakterimizin Noel’ini beklenmedik bir hale sokuyor. Büyük dramalara maruz kalmadan yaşanan küçük anlarla heyecanlanıp Noel’i “kurtarıyoruz”. Noel sabahı geldiğinde ise Noel sürprizleri bir gün önce sokağın köşesinde duran Noel ağaçları gibi ansızın kayboluyorlar. Baharda gezip tozan, yazın inşaatlarda çalışan ve Noel geldiğinde New York sokaklarında karavanıyla Noel ağacı satan karakterimizin adı ise, yavan bir şaka gibi gelecek ama, “Noel”!

933017c11449d2fa99b7d24fa9a237b1

MARDAN | Batin Ghobadi, Irak

Oldukça çarpıcı bir sahne ile başlıyor Mardan: Nehir kenarında oynamakta olan iki kardeşten biri, karşı kıyıdan gelen askerler tarafından kovalanmaya başlıyor, yeterince hızlı kaçmayı başaramayınca da o sırada kıyıdaki ağaçların arasında olan abisinin gözleri önünde tecavüze uğrayıp öldürülüyor.  Kardeşinin çığlıklarına yanıt veremeyen, ona yardım edemeyen; bu dehşet anlarına tanık olan Mardan, yıllar sonra başkalarına yardım edebilecek, başkalarına umut olabilecek bir görevde karşımıza çıkıyor. Irak Kürtler’inin yaşadığı ve yaşam koşullarının hiç de iyi olmadığı bir kasabada polis amiri Mardan. İç içe geçmiş hikayeler vasıtasıyla, aynı kasabada yaşayan ve Mardan‘ın hayatının kesiştiği insanları tanıyoruz, bir de uzaklardan Diyarbakır’dan kaybolan kamyon şoförü kocasını aramak için gelen Leyla’yı. Niyeti iyi ya da kötü olsun, herkes Mardan‘dan bir yardım bekliyor. Fakat filmin başındaki o dehşet anlarına tanık olan çocuğun, büyüdüğünde kötülük yapabilecek biri olmadığını varsayarak doğru yolda olmadığımızı anlıyoruz izleyici olarak. Mardan’ın da içinde iyilik ve kötülüğü bir arada barındıran tüm diğer insanlardan hiçbir farkı yok. Irak’ın Oscar aday adayı Mardan, iç içe geçmiş hikayeleri sevenler ve ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafyanın acılarını daha iyi anlamak, insanlarını daha iyi tanımak isteyenler için iyi bir seçenek.