16. İstanbul Bienali: Yedinci Kıtayı Sanat İle Keşfedin
Her yıl Eylül ayını heyecanla beklerim, sezonun başlamasıyla İstanbul’un takvimi birbirinden değerli kültür ve sanat etkinlikleriyle dolup taşar. Tahmin edersiniz, tüm bu etkinliklerin arasından benim için en iple çekileni, şüphesiz bienal oluyor. Bu yıl 16. kez kapılarını aralayan İstanbul Bienali, biz sanatseverlerin sorgulama becerisinin sınırlarını her seferinde daha fazla zorlayışı ve bizleri çağdaş sanatın dünyasına davet ederek hayatımıza değer katıyor oluşu bir yana; duyarlı teması “Yedinci Kıta” ile kalbimi bir kez daha çaldı. Bu ufuk açıcı sanat etkinliğinin aklımda oluşturduğu düşünceleri, benim için açtığı yeni pencereleri ve bende bıraktığı duyguları sizlerle paylaşmasam olmazdı.
16. İstanbul Bienali
Bienalin çeşitli konuları bana derinlemesine sorgulatan çalışma ve yerleştirmelerden söz etmeden önce, bienalden genel hatlarıyla biraz bahsetmek istiyorum. Fransız yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud’un küratörlüğünde gerçekleştirilen ve MSGSU İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Pera Müzesi ve Büyükada olmak üzere üç farklı mekana yayılan bienal bu yıl, 26 ülkeden 57 sanatçı ve sanatçı kolektifinin eserlerini bir araya getiriyor. Yaklaşık bir ay boyunca ücretsiz sergiler, film gösterimleri, çocuk ve gençlere özel öğrenim programları ve daha pek çok farklı etkinliğe ev sahipliği yapan bienali 10 Kasım tarihine kadar ziyaret etmek mümkün.
Gelelim, fikrimce insanda saatlerce konuşmak, paylaşmak, fikir alışverişinde bulunmak arzusu uyandıran, bienalin bu yılki teması Yedinci Kıta’ya. Merak edenler için Yedinci Kıta, Pasifik Okyanusu’nun ortasında bulunan, 3.4 milyon kilometrekare genişliğinde ve 7 milyon ton ağırlığında devasa bir atık yığını. Bourriaud’un sözleriyle ise, “yağmur ormanlarının yandığı ve plastik moleküllerinin okyanusları doldurduğu, içine girdiğimiz yeni dünyanın adı.” Yedinci Kıta, aynı zamanda da Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri.
Peki, Antroposen çağı nedir? Antroposen çağı, tam olarak içinde bulunduğumuz yeni jeolojik çağa deniyor. En belirgin özelliği ise, jeolojik faaliyetler ile değil, biz insanoğlunun faaliyetleri ile şekillenmiş olması. Dünya merkezi olmayan, tamamen insanın üretimi bir yaşam alanına dönüşürken, sanat merkezine insanı almaktan vazgeçerek yönünü bu kopuk düzenin doğurduğu sonuçları irdelemeye çeviriyor. Bu düzenin ardında bıraktığı en büyük yıkım, şüphesiz doğaya kendi ellerimizle verdiğimiz tahribat. İşte, Yedinci Kıta sahneye tam da bu noktada giriyor ve bienal çıkış noktalarından biri olarak ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu araştırmayı belirliyor.
Sizleri bienalde yer alan çarpıcı işlerle başbaşa bırakmadan önce, Bourriaud’un fazlasıyla hoşuma giden benzetmesinden söz etmek istiyorum. Kendisi, sanatçıyı “insanın diğer canlılarla kurduğu ilişkileri inceleyen antropologlar” olarak tanımlıyor. Yedinci Kıta’yı kavrayabilmemiz içinse ihtiyacımız olanın sanatçıların antropolog damarı olduğunu söylüyor. Bourriaud biz sanatseverlere sesleniyor: “Sergiyi ziyaret edecekler olarak sizler de bu sergideki sanatçıların oluşturduğu kabilelere, sizi içinde gezdirecekleri topluluklara, yansıttıkları veya uydurdukları kavramlara ve nesnelere kendinizi bırakıp katılsanız yeter. İşte o zaman siz de bu yeni dünyanın antropologları olup çıkacaksınız.”
MSGSU İstanbul Resim ve Heykel Müzesi
Sualtı Gürültüsünden Kaçış Yok
Deniz canlıları için gerçekten yok. Bizler içinse maalesef ki kaçış yolu çok. Yaşamlarımızı suyun altında ve o gürültü kirliliğinin tam ortasında sürdürmek durumunda olmadığımız için bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözünün hakkını veriyor, bir durup araştırmaya bile zaman ayırmıyoruz. Halbuki durumun derinlerine bir inebilsek, bir an için bile olsa kendimizi sualtı canlılarının yerine koyabilsek belki biraz olsun anlayacağız. İşte bu değerli çalışma, bizlere bu şansı sunuyor.
Bir ipe asılmış halde duran kulaklıkları takıp, insan üretimi olan ve yaratımında az ya da çok, ister istemez bir payınızın olduğu gürültü kirliliğini dinleme fırsatı buluyorsunuz. Kulağınız tırmalanıyor, sesin bir an önce durmasını istiyorsunuz. Siz bu rahatsızlık hissini bir dakikalığına yaşıyorsunuz, deniz canlıları hayatları boyunca. Üstelik oluşumunda hiçbir payları yokken dayanmak durumunda kalıyorlar bu gürültüye. Neden mi? Çünkü sanayi devrimi ve içten yanmalı motorun da icadıyla, biz insanoğlu gezegenin en gürültülü varlığı olma yolunda ilk adımlarımızı attık. Birbirimizden kopmakla kalmadık, yarattığımız gürültü ile deniz canlılarının birbiriyle kurduğu iletişimi engelleyerek yaşam alanlarının içerisinde yollarını kaybetmelerine yol açtık. Biz yolumuzu kaybettik, onları da yollarından ettik.
Monokrom, Ozan Atalan
Yukarıda Ozan Atalan’ın Monokrom adlı heykel yerleştirmesini görüyorsunuz. Yerleştirme, toprak üzerine dökülmüş beton platform üzerinde yer alan gerçek bir manda iskeleti. Atalan’ın malzeme tercihinin tutkal ve beton oluşunu, betonun yıllık karbon salınımının %5’ini oluşturduğunü düşündüğümde fazlasıyla hoşuma giden, ince düşünülmüş bir gönderme olarak nitelendiriyorum. Yapay ve doğal olanın bir araya geldiği noktada, aralarındaki zıtlığın gözümde daha da büyüdüğünü hissederken, inşaat çılgınlığının diğer türlerin yaşama hakkını nasıl ihlal ettiğinin altını bir kez daha çizdim zihnimde.
Sürekli olarak bir büyüme, sınırlarımızı genişletme peşindeyiz. Evet evet, sınırlarımızı sınır tanımadan genişletmek için çabalıyoruz. Peki ya geride bıraktıklarımız? Doğaya verdiğimiz tahribatın boyutu, yaşam alanlarını yok ettiğimiz onca canlı, soluduğumuz havaya yaydığımız kirlilik? Düşüncesizce ardımızda bıraktıklarımızın yüzlerimize tabiri caizse “bir tokat gibi” çarpması ve bir umut değişim için harekete geçme olasılığımızın oluşması amacıyla Atalan, inşaat faaliyetlerinin doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini üçüncü köprü ve yeni İstanbul havaalanının üzerinden yola çıkarak yansıtıyor. Ana odağı, bu projelerin İstanbul’da manda yaşam alanlarını yok ediyor oluşu.
Dünya Çok Küçük, Simon Fujiwara
It’s A Small World şarkısını bilenler birazdan tanıtacağım dünyaya zaten aşina olacaktır. Peki soruyorum, aşinalık aynı zamanda farkındalığın garantisini verebilir mi?
Pink Panther, Simpsons, Iron Man… Kapitalist dünya düzeninin bizlere sunduğu fantezi dünyalar hepimizin hayatının bir noktasına dokunmuştur, şüphesiz. Peki ya hiç sorduk mu kendimize, popüler kültüre ait ikonları kullanılarak bizler için çizilen bu dünya, yaşamımızda neye hizmet ediyor? Yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyadan dışarı adım atıp farklı dünyalara dahil olma isteğini bizde yaratan ne? Fujiwara, tam da bu sorulardan yola çıkıyor ve İstanbul yakınındaki bir lunapark düzeneği imalatçısının çöp kutusunda tamamen yıpranmış halde çok sayıda pop ikonu figürü keşfederek bir araya getirdiği 13 mimari maket aracılığıyla, günlük hayatımızda yer edinen fantezi dünyalarına ve gerçeklerden kaçış dürtümüze dikkat çekiyor. Kapitalizmin gerçeklerinden yine kapitalizmin yaratımı olan kurgusal bir dünya aracılığıyla kaçmaya çalışan bizler ise, bu yerleştirmenin ana eleştiri odağı konumundayız. Çalışmayı inceledikten sonra aklımda tek bir soru vardı: kaçış gerçekten mümkün mü, yoksa kaçtığını zannederken gittikçe daha büyük bir döngüsel çıkmaza giren bizler miyiz?
Kayıp Sular / İsimsiz Bir Derenin Tarihi, Elmas Deniz
Osmanlı döneminde, Taksim Meydanı’ndan civar semtlere su dağıtımı yapıldığını biliyor muydunuz? Bu amaç doğrultusunda bölgeye yapılan Taksim Maksemi adlı su deposu, meydana adını veriyor. Suların taksim edilmesinden dolayı bu ismi alan maksem ve dolayısıyla meydan, dönemin İstanbullularının su sorununu zamanında büyük ölçüde çözüme kavuşturmuş. Suyun tarihi ve geleceği üzerine yoğunlaştığı çalışmalarının ilki olan Kayıp Sular‘da Elmas Deniz, İstanbul’un Şişli’den Taksim Meydanı’na kadar olan bölgesini kapsayan, üç boyutlu topografik bir rölyef yaratarak günümüzde kurumuş olan ve maalesef ki üzerinden yolların geçtiği nehir ve dere yatakları işaretliyor.
Sanatçının ikinci çalışması ise, çocukluğunu yaşadığı Bergama’da uzun yıllar vakit geçirdiği, Gryneion adındaki antik kentte bulunan bir dereye odaklanıyor. Yıllar sonra gittiğinde dereyi kurumuş halde bulan sanatçı, artık orada var olmayan canlı türlerini resmetmeye karar veriyor. Çalışmasını Pinna Nobilis adlı kuş türünün kabukları ve incileri, dere civarından çıkan sikkeler ve hayvan portreleri ile tamamlayan Deniz, böylece insan eliyle değişen günümüz coğrafyasını ve doğanın uğradığı tahribatı gözler önüne seriyor, insan kaynaklı çevresel dönüşüm ve tüketnişlerin altını çiziyor.
Yaratıcı, Claudia Martínez Garay
Moçe kültürü nedir, bilir misiniz? Bienelin varlığına içimden ettiğim yüzlerce teşekkürün bir sebebi de, beni bu kendine özgü inanç sistemiyle tanıştırmış olması. Peru’da ortaya çıkmış olan Moçe kültürüne göre, hayatta kalmak için yaşam ve ölümün değiş tokuş edilmesi önemli ve gerekli. Yerleştirmede topraktan fışkıranlarla karşı karşıya kalıyoruz; Peru’da yağmalanarak yurt dışındaki müzelere satılmış, uyuyan insan tasvirleriyle kaplı seramik heykellerin kopyaları, And bitkilerinin kağıttan baskıları, meyve, tohum, nesne ve hayvanlar.
Garay bize bu yerleştirmesiyle, toprağın bir hafızası olduğunu söylüyor. Meydana gelen sömürü, baskı ve kötü olayların toprağın hafızasında her zaman için yer ettiğini ve üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin unutulup kayıplara karışmadığını aktarmak istiyor.
Bir Karpuz Kafaya Dönüşmek, Max Hooper Schneider
Max Hooper Schneider, düşünce şekline hayran kaldığım sanatçılardan biri. Bir Karpuz Kafaya Dönüşmek adını verdiği yerleştirmesi de oldukça derin ama bir yandan da izleyiciyi yormayan ve keyifli, hatta fazlasıyla eğlenceli göndermelerle dolu. Schneider, Karagöz ile Hacivat’tan esinlenen bir gölge oyunu yaratarak “geleceğin neomorfik beyin-bedenlerinin vücut bulmuş halleri” olarak nitelendirdiği 25 karpuza, oyunun izleyicileri rolünü veriyor.
Neden karpuz derseniz, bu karpuzların özellikleri biyomühendislik tekniğiyle üretilmiş kare karpuzlar olmaları. Önden ve yanlardan bakıldığında yuvarlak görünüyorlar, arkaları ise tamamiyle yassı. Eser böylece, insan türünün sözde üstünlüğünün yavaş yavaş söndüğü ve insan dışı türlerin gezegende yükseldiği bir dönemin içinde olduğumuzu vurguluyor. Karpuzların hemen karşısında gerçekleşen, sanatçının değişim geçiren kuklalar ile yarattığı gölge oyunu ise, çeşitli çatışmalar aracılığıyla insanoğlunun bu döneme dair sahip olduğu yanılgıları mizahi bir üslupla anlatıyor. Bu yanılgıları daha iyi kavrayabilmeniz için aşağıdaki diyalog yeterli olacaktır diye düşünüyorum:
_Lezzetli bir karpuza dönüşüyorum, parlak düşünce ve fikirlerle dolup taşan, otomatik bir beyin oluyorum.
_Tam tahmin ettiğim gibi, budala karpuz kafalının teki olup çıkıyorsun.
S’Maidical, Turiya Magadlela
Çalışmalarında külotlu çorap, hapishane tulumları gibi kolay bulunan kumaşları sık sık kullanan ve bu kumaşları dönüştürerek soyut kompozisyonlar oluşturan Magadlela, S’Maidical adlı bu yerleştirmesinde de; bir yandan ırkçılığa ve cinsiyet ayrımcılığına odaklanmak, bir yandan da günümüzde dişiliğin ve erotizmin metalaştırılması durumunu vurgulamak amacıyla külotlu çoraplardan yapılma bir dizi dev halıyı sergiliyor. Külotlu çoraplarla kapladığı tavalanlar içeriye bir mağara havası verirken, kendisi bienalin açılış haftası boyunca sergi alanın külotlu çoraplar dikerek; emekçi koşulları, cinsiyetler, ırk kökenli şiddet gibi konulara dikkat çekmeye hazırlanıyor.
FANTAZYA, Ressamın Stüdyosunun Gölgeler Aleminde Yansıması [Üç Bölüm Halinde: Distopya, Heterotopya, Ütopya], Ylva Snöfrid
Ylva Snöfrid’in çalışmasından bahsetmeden önce, kendisinin yaşamına kısaca değinmek istiyorum. Sanatçı önceleri; kendisini Ylva ve Snöfrid olmak üzere iki ayrı benlik şeklinde tanımlıyordu. Ylva gerçek dünyada, Snöfrid ise aynaların ardında, ayna dünyası denilen yerde yaşıyordu. Snöfrid, Ylva’nın çocukluğu boyunca oradaydı ve onun aynadaki ikizi taklidini yapıyordu. Bir gün geldi ki, Snöfrid Ylva’nın sanatının bir parçası oldu ve bir noktada, ikisi tek bir bedende buluştu. Böylece Ylva Snöfrid doğdu.
Dünyasını bu şekilde anlatan sanatçı, hayat değiştiren türden deneyimlerin ayinsel, paranormal ve istisnai yönlerine yoğunlaşıyor. Kendisine ait sehpalar, divanlar ve tabureler gibi ev eşyalarını da içeren; Distopya, Heterotopya ve Ütopya olarak üç bölüme ayırdığı yerleştirmesini, yaratım süreciyle ilgili üç performans ayini şeklinde bizlere sunuyor. Snöfrid ile ilgili ilginç bir detay da, sanatçının bu süre boyunca mekanda yaşayarak her yeri tuvallerle ve hareketlerinin iziyle kaplayacak oluşu.
İlginizi çekebilir: Dünyadaki Bienaller
İlk yorumu siz yazın!