14. İstanbul Bienali: Büyükada Çıkarması
Öncelikle 14.İstanbul Bienali’nin küratörü olarak tanıdığımız New Jerseyli yazar ve sanat tarihçisi Christov-Bakargiev’in kendisine “şekillendirici” ünvanını yakıştırdığını söylemekle söze başlamam gerekir. Bienalin “şekillendiricisi” bienal işlerini tüm şehre hatta şehrin dışına yaymış. Bana sorarsanız bu bağlamda amaçlanan şey kesinlikle fark ettirmeden katılımcıların İstanbul’u yeniden keşfetmesini sağlamak. Denizde ve karada olmak üzere toplam 7 farklı bölgeye dağıtılmış bienalden ilk dikkatimi çeken Büyükada ayağı oldu ve ilk ziyaretimi oraya gerçekleştirdim. Az önce yukarıda bahsettiğim İstanbul’u yeniden keşfetme ritüeli adanın kendi içinde de geçerliydi. İşler öyle akıllıca dağıtılmıştı ki tüm adayı daha önce keyfi olarak bile gezmemiş katılımcılara harita eşliğinde adeta ufak bir ada turu yaptırılıyor gibiydi; Elif Key’in deyimiyle “bu bienalde herkes biraz şehre, biraz kendine vakit ayıracak”tı belli ki.
Kütüphane’den (G2) başladığımız turumuza Splendid Palas Otel (G3) ile devam ettik. (Mekan kodları İKSV haritasındaki şekliyle kullanılmıştır.) 100 küsur yıllık, Hamamcıoğlu ailesine ait Splendid, aşırı keyifli dekorasyonuyla yapı olarak daha girişte tavladı bizi.
1.kattaki bienal işi William Kentridge’in “Ey, İçli Makine”siydi.Katın holüne ve kapılarına yerleştirilen, Troçki’nin adada yaşadığı sürgün yıllarından ilhamını alan iş; otel odalarının içindeki mahreme kapının kıyısından baş uzatma hissini uyandırmak üzerineydi.
Biz Splendid (G3)’ten sonra rotamızı Mizzi Köşkü’ne yani (G5)’e çevirdik. Mizzi Köşkü de yine yapı olarak büyüleyici güzellikteydi.Gerek binanın kendisi, gerek bahçesi, gerek içi cidden oturup izlenebilecek kadar güzeldi.
Susan Philipsz’in yerleşimlerinin yer aldığı köşkte; ziyaretçiye açık olmayan, depo olarak kullanılan yerlerin katılımcılar tarafından sergi alanı zannedilip kapılarının önünde sıra olunması da aslında sorgulanması gereken detaylardandı. Bienallerin çoğu zaman katılımcının kendisini; sanatı sorgulama ve anlamlandırma konusunda zorlaması üzerine kurulu olması ve modern sanat kisvesi altında sunulan şahsen gereksiz bulduğum bazı çalışmalar yüzünden farklı bir algı yaratıyor olması üzücü. Sosyal medyada denk geldiğim bir soruyu ben de sormadan edemiyorum: “sanat, bulunduğu yerden çıkarılınca anlamını kaybediyorsa o hala sanat mıdır?”… Bu bağlamda katılımcıların depoları bile sanat zannederek seyretmesi ne yazık ki işten değil.
Sıra Çankaya 57’ye (G6) gelmişti. İki kanatlı köşkün ziyaretçiye açık olan kanadında (diğer kanat özel mülk olarak kullanılıyor), Daria Martin’in “Eşikte” isimli, ayna sinestezisini konu alan 3 kısa filminden birisi sergilenmekteydi. Merak edenler için ayna sinestezisi, kişinin başka bir kişinin hissettiği şeyin aynısını hissetmesine yol açan duruma verilen isim.”Eşikte” kısa filminde “bir anne çocuğuyla gereğinden fazla empati kurabilir mi?” sorusu sorulmakta.
“Eşikte”nin eşiğinden ada asfaltlarına atladıktan sonra sıradaki durağımız şu günlerde satılığa çıkarılmasıyla gündemde olan Troçki Evi’ydi. Evin bahçesinde yeşillerin içinden denize doğru indikten sonra karşımıza çıkan büyüleyici, devasa hayvan heykelleri Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas’a ait “Annelerin En Güzeli” adlı çalışma. Troçki Evi’nin bahçesinde yaptığımız bu yolculuk bana dünyanın sonuna gelmiş, bir kapıyla bambaşka bir boyuta geçmişiz ve “Annelerin En Güzeli” bize hoş geldin diyormuş hissiyatı verdi .Nezdimde bienalin ada ayağının en etkileyicisiydi.
Adadaki “tavaf”ımızı tamamlamak üzere değiştirdiğimiz rota gereği Rizzo Palas’a (G4) doğru yola çıktık. Adada belli birkaç noktaya yerleştirilen, sayıca az ve gösterge açısından yetersiz bulduğum tabelalar sebebiyle Rizzo Palas’a ulaşmaya çalışırken günlük sporumuzu yapmış olduk. Rizzo Palas da tıpkı Mizzi Köşkü ve Troçki Evi gibi günümüzde kullanılmayan bir yapıydı. Rizzo Palas’ta Ed Atkins’in gerçek bir olaydan esinlenerek oluşturduğu “Hisser”i izledik.”Hisser”, hiperrealistik bir animasyon örneği sayılabilir. Ortamdan mıdır, nedendir bilinmez vurucuydu.
Adada geçirdiğimiz gün henüz bitmiş değildi. Son durağımız İKSV tarafından belirlenen ilk lokasyon olan İDO İskelesi’ndeki Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’ydi. (G1) Marcos Lutyens’in eserine karanlık bir tünelden geçiş yaptık ve görme engellilerle kolektif olarak yürütülen, hipnoz seanslarını da barındıran çalışmasını geride bırakıp üst katta Pınar Yoldaş’ın “Suyun Kalbi” isimli, sembolik olarak kalbin çalışma sistemiyle çalışan ve kompresör yardımıyla borulara “TUZLU SU” pompalanmasını ele aldığı eserine geçtik.
“Tuzlu Suyun Kalbine” yaptığımız bu ziyaretle 14.İstanbul Bienali’nin benim için 1.gününü geride bırakmış olduk. Söylenene göre daha görecek inanılmaz çoklukta eser ve günlük hayatın telaşı içinde denk gelemeyeceğimiz güzellikte pek çok bina bizi bekliyor!
İlk yorumu siz yazın!