39. İstanbul Film Festivali: Ulusal Kısa Film Yarışması Filmleri
17-28 Temmuz tarihleri arasında açık hava gösterimleri ve çevrimiçi erişim seçeneği ile gerçekleşen İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma & Ulusal Kısa Film Yarışması, 28 Temmuz gecesi düzenlenen ödül töreniyle son buldu. Altın Lale ödülünün sahibi Ümit Ünal imzalı Aşk, Büyü vs. olurken seçkinin genel zayıflığı, festivalin en çok konuşulan noktalarından biriydi. Yaratıcılık krizi teması baskın olmasına rağmen yaratıcılıktan uzak düşen ve erkek hikâyelerinin ön planda olduğu Ulusal Yarışma filmlerinin aksine Ulusal Kısa Film Yarışması seçkisinin; kadın sinemacıların temsiliyle, kuir delilikleriyle ve farklı türlere ait yenilikçi hikâyeleriyle daha zengin bir sinema deneyimi sunduğu aşikâr.
Jürisinde kısa film yönetmenleri Konstantina Kotzamani‘nin ve Gökalp Gönen‘in yanı sıra oyuncu Boran Kuzum‘un da yer aldığı Ulusal Kısa Film Yarışması‘nda toplamda on iki kısa film gösterildi. En İyi Kısa Film ödülü ise Arda Çiltepe yönetmenliğindeki Siyah Güneş‘e takdim edildi. 16mm ile çekilen ve her bir karesi kartpostal estetiğini andıran film, uzak bir adaya doğru gerçekleşen bir cenaze yolculuğu üzerinden ölüm temasını yaşamın ince kıyılarında ele alıyor. Rüyanın ve gerçeğin sınırlarının yok olduğu, karakterlerin parçalanmış zihinlerinin imgelere yansıdığı etkileyici bir atmosfere sahip. Ercan Kesal ve Nur Sürer gibi usta oyuncuların da konuk olduğu Siyah Güneş, incelikli işçiliğiyle ve güçlü sinema diliyle göz kamaştıran bir film.
Benim gizli favorim ise Engin Erden imzalı Ahtapot idi. Küçük bir fikirden yola çıkarak etkileyici bir hikâye ortaya koyan film, özellikle çocuk oyuncuların güçlü performanslarıyla dikkat çekiyor. Seyirciyi sekiz-dokuz yaşlarındaki iki çocuğun sıcak bir yaz günü macerasına davet eden film, anlatısını basit bir fikir ekseninde kurmasına rağmen kırılma noktasını tek bir planla gerçekleştirerek çocukluğun masumiyetini oldukça yalın bir şekilde resmetmeyi başarıyor. Neyse ki jüri de bu başarıyı es geçmedi ve Ahtapot, festivalden Mansiyon Ödülü ile ayrıldı.
Öne çıkan yapımlardan bir diğeri de yarışmanın kuir deliliği, Fehmi Öztürk imzalı Free Fun. Sanal gerçeklik evreninde geçen bir oyuna katılan Kika adındaki karakterin karşılaştığı bir sahneden sonra yaşadığı şok etkisini yakalamaya çalışan film, elindeki malzemeyi aşırı kullanmaktan kaçınarak hikâyesini tam tadında bitiriyor. Kostüm ve makyaj tasarımıyla, görsel efektleriyle ve campy atmosferiyle sinemamız adına oldukça özgün ve umut vaat eden bir film olduğunu düşünüyorum.
Sine Özbilge ve İmge Özbilge yönetmenliğindeki, seçkinin bir başka deliliği, #21xoxo için de benzer şeyler söylemek mümkün. Paralel bir dijital dünyada aşkı arayan genç bir kadının hipster kültürüyle iç içe geçen sanal macerasına odaklanan film, keşke yaşattığı görsel şölenin içini daha iyi doldurabilseymiş. Ancak öykündüğü dünyanın bir nevi boşluğunu anlatıyor olmasından ötürü çok da bir şey diyemiyorum. Neticede yaratıcı animasyon teknikleriyle ve fütürist sayılabilecek atmosferiyle akılda kalıcı bir deneyim yaşattığı kesin.
Zeynep Dilan Süren imzalı Büyük İstanbul Depresyonu ise metropolün orta yerinde sıkışıp kalmış iki kız kardeşin, mezuniyet sonrası yaşadıkları işsizlik sorununa ve akabinde gelen depresyona “yakından” bir bakış atıyor. Bu sıkışmışlık hâlini resmetmek için işinde başarılı bir komşu karakterini çok gerekli bulmasam da “birbirine düşen kardeşler” temasına çok kolay kayabilecekken dayanışmayı tercih etmesi artı bir puan. Nazlı Bulum‘un büyük İstanbul depremi rüyasını anlattığı sahnesiyle ve görüntü yönetmenliğiyle öne çıkan film, güncel bir meseleye parmak basarken finalde küçük bir umut ışığı yakmayı da unutmuyor.
Yönetmenliğini Farnoosh Samadi‘nin ve Ali Asgari‘nin üstlendiği Yolcular‘a gelecek olursam, hikâyesinin duygu sömürüsüne oldukça müsait olduğunu ve çocuk oyuncuların varlığından ötürü de riskli bir yerde durduğunu söyleyebilirim; fakat çocuk karakterlere olan tutarlı yaklaşımı ve çevredeki yetişkinlerin davranışları üzerinden kurduğu anlatısı ile bu riskten alnının akıyla çıkmayı başarmış. Filmin, babalarından habersiz, annelerinin yanına kaçmaya çalışan bu iki küçük çocuğun başına gelenlerin veya en baştan bu yolculuğun gerçekleşme ihtimalinin sorguya mahal bırakmaması de önemli bir başarı. Yine çok başarılı iki çocuk oyuncunun filmi adeta sırtlarında taşıdığını da belirtmek gerek.
Aylin Kuryel ve Raşel Meseri yönetmenliğindeki seçkinin kurmaca olmayan tek filmi (Bir Yazdan İzlenimleri de ekleyebiliriz sanki) CemileSezgin, İzmir Dominik Caddesi’nde efsaneleşmiş, isimleri duvarlara ve kaldırımlara kazınan Cemile ve Sezgin aşkını dinamik bir kurguyla ekrana taşıyor. Cadde sakinlerinin yorumlarının ve bu kişilerin kim olduğuna dair üretilen teorilerin eşlik ettiği film, benim için biraz “yerel” kaldığı için herkes kadar eğlenemedim. Ancak aşkı adeta bir direniş analojisine dönüştürdüğünü düşünürsek festivalin en özgün işlerinden biri olduğu da ortada.
Anthony Doerr‘ın aynı adlı kitabından ilham alındığını düşündüğüm (bununla ilgili net bir bilgiye ulaşamadım) Şeyhmus Altun‘un Göremediğimiz Tüm Işıklar filminin, görüntü yönetimiyle ve çarpıcı kurgusuyla akılda kaldığını söyleyebilirim. Ava giderken avlanma temasını baba-oğul ilişkisine oldukça iyi yediren etkileyici bir hikâyesi var ve bu hikâyeyi de kuvvetli bir sinema diliyle resmediyor. Baba rolündeki Sinan Demirer de ayrı bir parantezi hak edecek kadar başarılı; fakat filmin doruk noktasına ulaştıktan sonra temposunu yitirdiğini ve daha güçlü bir finale ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Şaşırtıcı bir şekilde seçkinin tek korku-gerilim türündeki filmi, Murat Emir Eren imzalı Evde Yok ise üst düzey ses tasarımıyla ve güçlü atmosferiyle takdiri hak eden incelikli bir iş. Bazı planlarda Aronofsky‘nin mother!‘ını anımsatsa da nihayetinde kendi yolunu çizmeyi de başarıyor; fakat filmin, özeti okumayan izleyiciler için fazla soyut kalabileceğini ve sırtını sembolizme gereğinden fazla yasladığını düşünüyorum. Yok olmanın var olmak kadar zor oluşu daha iyi imgeselleştirilebilir mi yoksa yok olmak zaten imgelere dökülemez bir şey midir?
Gittiği festivallerden ödüllerle ve övgülerle dönen Kasım Ördek‘in Yağmur Olup Şehre Düşüyorum filmi, benim için hayal kırıklığı oldu. Kızı, nişanlısı tarafından terk edilen bir babanın demans hikâyesinin hangi noktada vurucu bir etki bırakması bekleniyor, tam olarak çözemedim. Hakkını vermek gerekiyor ki yakaladığı resimlerle, ses tasarımıyla ve oyunculuklarıyla kaliteli bir film; fakat gerçeklerle yüzleşen babanın yüzleştiği gerçekler seyirciye ne kadar geçiyor ya da film, hazırladığı kadar etkileyici bir final sunuyor mu? Bence hayır.
Ahmet Toğaç imzalı Kulak Misafiri ise ne yazık ki seçkinin özgünlükten en uzak filmi olmuş. Daha önce defalarca izlediğimiz monoton bir yaşam tasvirini ve -yine yabancı olmadığımız- yalnız adamın başkalarının hayatlarına dahil olmasını anlatan film, iyi planlanmış bir kurgu çalışmasına sahip olsa da anlatısının üstüne yeni bir katman koyamıyor. Özellikle merdiven ve sudoku sahneleriyle kısa film tuzaklarından kaçamayınca ve cümlesini de gereğinden fazla uzatınca ortaya temposu düşük ve yorucu bir film çıkmış.
Son olarak Ayça Çiftçi‘nin Bir Yazdan İzlenimler‘inden bahsetmek gerek. Adından da anlaşılabileceği gibi belli bir anlatıyı takip etmeyen ve empresyonist görüntüler ile yazın sesini, ışığını, duygusunu yakalamaya çalışan film, yapmak istediği şeyde oldukça başarılı; fakat benim sinema anlayışıma hitap etmediğini itiraf etmem gerekiyor ve böyle bir video çalışması için süresini ekonomik kullanamadığını düşünüyorum.
İlk yorumu siz yazın!