Locarno İstanbul Modern'de: "Hanami" Yönetmeni ile Röportaj
İstanbul Modern Sinema, bu yıl ikinci kez düzenlediği “Locarno İstanbul’da” başlıklı film gösterim programı aracılığıyla Locarno Film Festivali’ni İstanbul’a taşıyor. 77 yaşına giren, İsviçre’nin bu en prestijli film etkinliği, endüstri baskılarına karşı sinemada yenilikçiliği öne çıkaran film seçkisi, tarzı ve etkinlikleriyle özel bir yere sahip. Festivalin seçkisinden birçoğu ödül almış 11 film 14-24 Kasım tarihleri arasında İstanbul Modern’de gösteriliyor. Bunlardan Hanami filminin yönetmeni Denise Fernandes ile İstanbul Modern’de bir araya geldik.
Locarno İstanbul’da seçkisinde, neredeyse tümünün Türkiye prömiyeri de seçki kapsamında İstanbul Modern’de gerçekleşecek bu filmler arasında festivalin büyük ödülü Altın Leopar’ın sahibi, Litvanyalı yönetmen Saulė Bliuvaitė’nin ilk filmi Toksik / Akiplėša, Hong Sang-soo’nun son filmi By the Stream / Suyoocheon, Gürcistan’dan kuir bir hikaye anlatan Holy Electricity ve müzikleri Cem Mısırlıoğlu’na ait Dominik Cumhuriyeti animasyonu Olivia & the Clouds / Olivia & Las Nubes öne çıkıyor.
Hanami ise, festivalin Günümüz Sinemacıları bölümünde En İyi Yeni Yönetmen ve İlk Film yarışmasında Mansiyon ödülü almıştı. Cape Verde’deki volkanik Fogo adasında geçen bu büyüme hikayesi, annesi tarafından bebekken terk edilen Nana’nın hayatını üç bölümde takip ediyor ve bunu bir zamansızlık hissi, büyülü gerçekçilik ve olağanüstü bir şiirsellikle yapıyor. Filmin Avrupa’da doğup büyümüş, Cape Verde kökenli yönetmeni Denise Fernandes ile İstanbul Modern’de bir araya geldik.
Film başlamadan önce IMDb ve Letterboxd’ın ülkeler kısmında Cape Verde’nin üzerine tıkladım, IMDb’de 20, Letterboxd’de 50 civarı sonuç çıktı. Açıkçası pek çok insanın alışık olduğu bir coğrafya, kültür, sinema değil. Biliyorum, sen de orada doğup büyümedin ama Cape Verde’yi hiç tanımayan insanlar için orayı birkaç cümleyle anlatabilir misin?
Tabii. Cape Verde, [Batı] Afrika açıklarında, 10 adadan oluşan bir takımada ülkesi. Resmî dili Portekizce olsa da, halk Cape Verde Kreol’ü konuşuyor. Bu da aslında içinde biraz Portekizce barındıran bir dil. Filmde de olan bazı özellikleri öne çıkan bir ülke – örneğin toprak çok kuru. Bazı adalar farklı özellikler taşıyor tabii ama genel olarak çok kurak. Tüm dünyada olduğu gibi göçmenlikten de çok etkilenmiş bir ülke. Halkının birçoğu Avrupa’ya (Portekiz, Fransa ve Hollanda) ya da ABD’ye göçmüş bür ülke. Zaten filmde de hem kuraklığın hem de göçmenliğin etkilerini görüyorsunuz.
Evet, filmde özellikle okyanusla kuraklık arasındaki tezat çok hoşuma gitti. Filmdeki favori bölümüm ise prolog oldu. Film boyunca prologdaki o cümleyi düşündüm: “Kırıldığında altınla onardığın şeyler daha değerli olur.” gibi bir şeydi sanırım. Büyümeyi ve yaş almayı da bu şekilde tanımlayabilir miyiz sence?
Herkesin hayatında kırılma noktaları olması kaçınılmazdır. Bazı insanlarda bu çocuklukta olur, bazılarında ise daha sonra. Ama bence herkesin hayatında bununla başa çıkması ve deneyimlemesi gereken bir nokta olacaktır. Filmdeki bu cümleyle, daha en baştan bir iyimserlik vermek istedim. Annenin bir şekilde kırılmış hissetiğini hissettirmek istedim. Ve belki de onun (ya da genel olarak herhangi birinin) kırıldığı durumdan çok sonra geriye dönüp baktığında o anın güzelliklere vesile olabileceği düşüncesine yakın bir iyimserlik vermek istedim. Kırılmışlığı yaşamış ve bunu aşmış olmanın güzelliğini…
Masallarla da çok iç içe bir filmdi bu. Sadece içerdiği o Afrika ya da Latin Amerika kültürlerinde çokça rastladığımız büyülü gerçekçilikten ya da masalsı anlatımından bahsetmiyorum. Bir çocuğu peri masallarındaki gibi büyükannelere ya da adanın kendisine emanet etmek gibi detaylar da sanki doğrudan bir masaldan çıkmış gibiydi. Disney’in uyarladığı peri masallarını hatırlattı bana. Senin masallarla aran nasıl, çocukken çok sevdiğin masallar nelerdi?
Masallar benim için çok, çok önemli. Çocukken okumayı öğrenmeye başladığımda birçok insan gibi ben de kısa hikayeler okumaya başladım. Bunların çoğu klasik masallardı. Ezop, La Fontaine, Grimm Kardeşler… Yunan mitolojisi okuduğumu da hatırlıyorum. Hikaye anlatıcılığını çocukken bu kadar güçlü hikayelerle öğrenmenin üzerimde çok etkisi oldu. Kısa ama çok güçlü şeylerle karşı karşıya olduğumun o zaman da bilincindeydim. Yatağa girip gözlerimi kapadığımda hâlâ bir hayvanın diğer hayvana neden öyle davrandığını düşünüyordum. O masalların sadece hikayede olup bitenle ilgili olmadığını anlıyordum. Davranışlarımızın ardında her zaman daha fazlası vardır. Masalsı bir anlatımın bir karar olup olmadığını bilmiyorum çünkü bir şeyleri yapmaktan her zaman sezgisel hareket ederim. Ama filmdeki masalsılık buradan geliyor, buna eminim.
Ve evet, biraz da Disney’den geliyor. Disney filmleri, hikayeleri, hikaye anlatıcılığı harikaydı. Çocuklar için hikayelerdi ama yetişkinler içinlerdi de. Ve bugün o filmlerden birini yeniden izlemeye karar verirsem ağlarım. Hiçbir zaman geriye dönüp “Aman Tanrım, çocukken izlediğim bu filmler hiç iyi değillerdi” demedim. Çünkü çok iyiydiler.
Masallardan, özellikle de bir masaldan devam etmek gerekirse… Filmde, filmin hikayesine çok iyi oturan bir denizkızı masalı var. [Masalda karada kalmaya karar veren denizkızı uzun bir uykuya dalıyor.] Filmdeki zamansızlık hissinin denizkızının uykusuyla uyumlu olduğunu düşündüm. Filmdeki zamansızlık hissinin de masalsılığı pekiştirdiğini söyleyebilir misin?
Belki. Hikayenin geçtiği yer bir ada ve adalarda zamansızlık hissi hakimdir. Filmde Nana’nın çocukluğunun 90’larda, gençliğinin ise 2000’lerin başında geçmesini istiyordum çünkü filmimde akıllı telefonlar istemiyordum. Biliyorsun, ellerimizde, ceplerimizde sürekli akıllı telefonlar olmadığında sürekli saati kontrol etmezdik. Bir yandan da bir adada olduğunda her şey o kadar kesin değildir, hayatta kalmak için kesinliğe ihityacın yoktur. Trenler yoktur, trenin saatini bilmene de gerek yoktur. Örneğin anne göç ettiğinde zamanla tamamen yeni bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. Adalardaki zaman duygusunu vermek, bu duygu ve bu duygunun anılarla olan ilişkisiyle de oynamak istedim.
Filmde bir de Japonya ve kültürüyle ilişkili bir alt-tema var. Yanardağın eteklerinde geçen ikinci bölümde Japon bir adam görüyoruz, sonra filme adını da veren Hanami‘nin Japonca’dan geldiğini öğreniyoruz, sonra da bir haiku ile karşılaşıyoruz. Coğrafi olarak çok uzak iki kültür olmasına rağmen bunun sebebi nedir?
Bu film üzerine çalışmaya başladığımdan beri aklımda olan bir şey. Bir gün Japonya’nın Cape Verde ile ne kadar çok ortak noktası olduğunu fark etmiştim. Yanardağlar bunlardan biri. Japon hikayelerinde de çok önemli bir yeri olan kaplumbağalar, Cape Verde’de de çok önemlidir. Cape Verde, en önemli kaplumbağa koruma alanlarından biridir. Filmin başındaki vazo ile ilgili şiirsel alıntı da Japon kültüründen.
Öte yandan, Avrupa’da büyüyen bir Afikralı olarak Afrika’nın her zaman çok uzak, çok ayrı, iletişim kurması çok zor bir yer olarak tanımlandığını görerek büyüdüm. Çocukken bu anlatıyı değiştirmenin bir yolu yoktu. Dünyanın geldiğim yeri böylesi güçlü bir şekilde tanımladığını hissettiğim için insanlardan çok ayrı hissediyor ve bu konuda hiçbir şey yapamıyordum. Japonya’nın filmdeki varlığı biraz sezgisel bir şekilde geldi ama sonra benim için rasyonellik kazandı. Hiçbir ilgisi olmadığını düşündüğünüz iki şeyin ortak noktaları olabileceğini göstermenin bir yoluydu. Cape Verde’yi size yaklaştırmanın bir yoluydu. Eğer Japonya’yı Cape Verde’ye yakınlaştırabilirsem herkes bu şekilde düşünebilirdi.
Filmdeki oyuncular profesyonel oyuncular mı?
Filmde sadece iki profesyonel oyuncu var. Biri Nia, Nana’nın annesi (Alice Da Luz), diğeri de Japon yanardağ uzmanı (Yuta Nakano). Diğer herkes adada yaşayan yerliler. İlk kez bir filmde yer alıyorlar ve profesyonel oyuncu değiller. Cape Verde’de bir film endüstrisi yok, bu yüzden adada profesyonel oyuncu da yok. Cape Verde’de çekilmiş az sayıda filmin de neredeyse hiçbiri Cape Verdeli yönetmenlerin filmleri değil. Hanami ilklerinden biri, belki de ilki.
Filmini Locarno Film Festivali’nde göstermek nasıldı?
Hayal edemeyeceğim kadar güzel bir galaydı. Harika vakit geçirdik. Alice orada bizimleydi. Nana’nın gençliğini canlandıran Sanaya (Andrade) ve annesi -ki Cape Verde’den ilk kez ayrıldılar- bizimleydi. Bu deneyimi onlarla paylaşmak muhteşemdi. Seyirci çok sıcakkanlıydı. Bilmiyorum biliyor musun, ben Locarno’da büyüdüm. Bu yüzden filmimi hayatım boyunca Cape Verde’nin nerede olduğunu bilmeyen, beni Güney Amerikalı zanneden insanlara göstermek benim için tam da bir döngünün tamamlanışıydı. Bunun ne anlama geldiğini kelimelerle ifade edemem.
Festivalde film izleme fırsatı da buldun mu? Belki İstanbul Modern’in bu programında yer alan filmlerden de önerilerin olur…
Festivalde pek film izleyemedim ama izlediğim ve buradaki programda da olan bir film var: Olivia & the Clouds / Olivia & Las Nubes (2024, Tomás Pichardo-Espaillat). Bu animasyon da bir ada ülkesinden, Dominik Cumhuriyeti’nden. Hem ilk kez Dominik Cumhuriyeti’nden bir film izlemek beni mutlu etti hem de yönetmenin sınırsız ve eşsiz bir şekilde kendini ifade etmiş olmasına hayran kaldım.
Sevdiğin büyüme hikayesi filmleri hangileri?
Komik gelebilir ama demin Disney hikayelerinden de bahsedince aklıma ilk gelen The Lion King (1994) oldu. Benim için mükemmel bir animasyon ve aslında küçük bir aslanın büyüme hikayesi. İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in The Wonders / Le meraviglie (2014) filmi bir diğeri.
İstanbul Modern Sinema’nın Locarno İstanbul’da programına buradan göz atabilirsiniz.
İlk yorumu siz yazın!