1990’lar, müziğin hem bir isyan hem de bir kimlik aracı haline geldiği, grunge ve alternatif rock gibi türlerin hüküm sürdüğü bir dönemdi. Bu dönemde sanatçılar, yalnızca şarkı sözleri ile değil, aynı zamanda şarkı söyleyiş biçimleriyle de toplumun boğucu normlarına, toplumsal baskılara, otorite figürlerine karşı isyanlarını ifade ediyorlardı. Vokallerin bilinçli olarak şarkıları kusurlu ve çığlık tarzında söylemeleri de isyanın duygusal derinliğini hissettiriyordu diyebiliriz.

Jeff Buckley | Fotoğraf: WESA

90’larda grunge sadece müzikal bir akım değil aynı zamanda toplumsal bir eleştiri biçimiydi. Bir örnek vermek gerekirse; Nirvana’nın “Smells Like Teen Spirit” şarkısı toplumun gençlere dayattığı tüketim ve eğlence odaklı yaşam tarzına bir eleştiridir ve popüler kültürün belirlediği gençlik kimliğine yönelik ironik bir tutum sergiliyor. Pearl Jam grubunun “Jeremy” şarkısı da bir öğrencinin yaşadığı toplumsal baskı ve zorbalığı anlatıyor. Şarkı toplumsal baskı sonucu gençlerin kendini çok fazla izole etmesine ve şiddet içeren sonuçlar doğurmasına dikkat çekiyor. Buna bağlı olarak 90’lı yılların gençlik kültürünün estetik beğenileri, toplumsal ve ekonomik bağlamların şekillendirdiği bir dinleyici kitlesi ile açıklanabilir.

Jeff Buckley’den Grace Albümü

Döneme hakim olan grunge tarzın aksine Jeff Buckley, yayımladığı ilk ve tek albümü “Grace” ve şarkıları söyleyiş tarzı ile döneme yeni bir soluk getirdi. Buckley’in Grace albümü, genel alışkınlıklara meydan okuyarak duygusal derinlik ve sanatsal zarafet sunan bir alternatif yarattı. Buckley’in Grace albümü blues, rock, folk, caz tarzlarındaydı. Albüm başlangıçta düşük ticari başarı gördü. Çünkü farklıydı, alışılmışın dışındaydı. Dönemi kasıp kavuran isyan niteliğindeki şarkılar yoktu bu albümde. Buckley ana akım normlara meydan okumuştu. Dönemin müzik endüstrisi Buckley’in tarzını desteklemiyordu. Genel rock vokal estetiğine aykırıydı. 90’ların rock vokallerine maskülenite hakimdi. Buckley ise daha yumuşak, kırılgan bir tarzla söylüyordu şarkıları. Şarkılara ince ve melankolik bir yorum getirdi. O samimi bir duygu aktarımına sahipti.

Jeff Buckley | Fotoğraf: The Rolling Stones

Buckley özellikle falsetto tekniğini sıkça kullandı. Bu sayede erkek vokal tonlarının da zarif olabileceğini kanıtladı. Onun sesinde yoğun bir duygusallık vardı. Ona göre hisler çığlık atmadan da mükemmel bir şekilde aktarılabilirdi. Özellikle “Lover You Should’ve Come Over” şarkısında hislerini etkili bir şekilde aktarmayı başardı. Onun Grace albümündeki bu yenilikçi yaklaşımı, 90’ların rock dünyasında bir dönüm noktası kabul edildi ve dönemin dinleyici kitlesini dönüştürdü. Dönemin dinleyici kitlesi, gençlik kültürünün estetik beğenileri etrafında şekillenen grunge, alternatif rock, isyan ve topluma duydukları hoşnutsuzlukları yansıtan müzik tarzlarıydı. Buckley’in dönüştürdüğü yeni dinleyici kitlesi ise daha entelektüel insanlardan oluşuyordu. Ancak Buckley, yaşadığı dönemde yeterli piyasa başarısını elde edemedi. 1997 yılındaki trajik ölümünden sonra değer gördü.

Buckley, Leonard Cohen’in “Hallelujah” şarkısının cover’ıyla Mart 2008’de “Billboard Hot Digital Songs listesinde bir numaraya ulaştı ve Aralık ayında “UK Singles Chart”ta iki numaraya ulaştı. “Rolling Stone” dergisi, Grace’i “Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü” listesine dahil etti ve Buckley’i de “En İyi Şarkıcılar” listesine dahil etti. Pierre Bourdieu’nün “Kültürel Sermaye” kavramı doğrultusunda, Grace albümünün daha entelektüel bir dinleyici kitlesine hitap ettiği ve albümün zamanında piyasa başarısından çok eleştirmenlerden aldığı övgüyle anılması popüler müzikten çok, sembolik sermaye kazandığı söylenebilir. Bu bağlamda, Buckley’in müziği, dönemin popüler kültür dinamiklerini yeniden şekillendiren, sofistike bir estetik tercih sundu. Bunun yanı sıra, Buckley’in müzikal üretimde piyasa taleplerine ve müzik endüstrisinin beklentilerine boyun eğmeyen estetik bağımsızlığı, onu hem dönemin popüler müzik anlayışından hem de ticari kaygılardan uzaklaştıran bir sanatçı olarak konumlandırdı. 

Jeff Buckley | Fotoğraf: The Rolling Stones

Grace albümünün incelemesine geldiğimizde ise albümün, toplumsal normların ötesine geçen bir sanat anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Grace, modern bireyin yalnızlığını, varoluşsal kaygıları içselleştirerek yansıtan bir albüm. Rock, blues, folk, caz tarzlarını bir araya getiren bu albüm, türler arasındaki sınırları bulanıklaştırarak müziğin kategorize edilmesine karşı bir kanıt sunar. Sanatın sınırlarının genişletilebileceğini gösteriyor. Örneğin; Simon Frith “Performing Rites” kitabında, müzik türlerinin kategorize edilmesinin, sanatın çok boyutlu ve dinamik yapısını görmezden geldiğini ileri sürüyor. Ona göre, bir eserin sanatsal değeri, dinleyicinin bireysel deneyiminden ve toplumsal bağlamdan bağımsız düşünülemez. Bu açıdan Grace albümü, Frith’in bu görüşüne güçlü bir örnek oluşrutuyor. Albümdeki şarkılar, bireyin toplumla bağ kurmasının zorluğundan bahsediyor. Bu zorluğun yarattığı yalnızlığı vurguluyor.

“Lover You Should’ve Come Over” şarkısı modern dünyada anlamlı ilişkiler kurmanın zorluğunu anlatıyor. Buckley’in ticari kaygılardan ziyade sanatsal özgünlüğü önceliklendirmesi, dönemin bahsettiğim toplumsal müzik normlarının sanatçılar üzerinde yarattığı baskılara ve müzik endüstrisine karşı bireysel bir direnişi simgeliyor. Bu da toplumsal tabakalaşmanın sanata ve sanatçılara nasıl yansıdığını gösteriyor. Ayrıca, Jeff Buckley’in albümdeki zarif vokalleri ve duygu yüklü şarkı sözleri dönemin erkeklik normlarına aykırı bir hassasiyet taşıyor. Albüm, erkeklerin sert ya da maço olmaları gerektiği yönündeki toplumsal beklentilere karşı bir alternatif sunuyor. Bu açıdan Buckley, erkeklerin duygusal ifade biçimlerini genişleten bir figür olarak karşımıza çıkıyor. 

Bir İlham Kaynağı Olarak Buckley

Buckley sonrası dönemde ise, 90’ların erkek rock vokallerinin Buckley’in sıra dışı tarzı ve Grace albümünden sonra tarzlarını değiştirmeye başladılar. Kalın, bariton sesler yerini tenor, yumuşak seslere bıraktı. Tenor sese sahip erkek vokallerin de rock müzik yapabileceği kanıtlandı. Radiohead grubunun solisti Thom Yorke, Coldplay grubunun solisti Chris Martin, Damien Rice gibi pek çok sanatçı Buckley’den ilham aldıklarını açıkça belirtti. Albüm, böylece sonraki kuşaklar üzerindeki etkisini göstermiştir. İlerleyen dönemlerde, Buckley’in tarzının birçok sanatçıyı etkisi altına almasının sebeplerine baktığımızda ise sadece estetik bir müzik oluşturma çabası değil, aslında altında yatan sebebin kültür endüstrisinin gerektirdikleri olduğunu söyleyebiliriz.

Jeff Buckley | Fotoğraf: Rock Archive

Buckley, döneminde yeterli ticari başarı elde edemese de devam eden süreçte oldukça büyük bir başarı elde etti. Bu yüzden onun oluşturduğu dinleyici kitlesinin beklentileri vardı. Buckley’in ölümü ile oluşan bu boşluk erkek tenor vokaller ile doldurulmalıydı. Kültür endüstrisinin gerektirdiği şey buydu. Theodor Adorno’nun geliştirdiği “Kültür Endüstrisi” kavramına göre sanat tüketim alanına dönüşümünü çoktan gerçekleştirmişti. Kültür endüstrisi, taklit olanı mutlak olanın yerine koymakla yükümlüydü. Çünkü sanat ürünleri de dahil olmak üzere her şey, basmakalıp biçimde mekanik olarak çoğaltırılabilir. Buckley’in sanatı da tıpkı her şey gibi taklit edilebilir, devam ettirilebilirdi. Bu yüzden de müzik endüstrisi Buckley’in boşluğunu ona benzeyen figürlerle doldurdu. Sonuç olarak her şeye rağmen, Jeff Buckley’in Grace albümü, yalnızca bir müzik albümü değil; aynı zamanda toplumsal ve estetik normlara meydan okuyan bir sanat eseridir. Jeff Buckley’in estetik anlayışı, yalnızca o döneme değil, sonraki kuşaklara da ilham veren bir müzik mirası yaratmıştır. Genç yaşta kaybettiğimiz bu mükemmel sesi dinlemek isterseniz aşağıya en sevdiğim şarkılarını ekliyorum. İyi dinlemeler, müzikli günler!

Kapak Fotoğrafı: Spotify

İlginizi çekebilir: Gürkan Sonat’tan Oasis