Joker: Bir İnsan Enkazından Anarşi Güzellemesine
DC evreninin en popüler kötüsü Joker, alışık olmadığımız kadar dramatik bir filmde, Joaquin Phoenix’in muhteşem performansıyla bir insan enkazı olarak sunuluyor bize. Todd Phillips’in Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a uzanarak hepimizi şaşırtan filmi, dışlanmış, ciddiye alınmayan, güçsüz ve aciz bir insanın, kaybedecek hiçbir şeyi olmayışından aldığı güçle bir anarşi figürüne dönüşümünü olabilecek en ciddi ve en dramatik şekilde anlatıyor.
Karanlık bir sokakta, gözleri önünde annesi ve babasının öldürüldüğü bir gecede başlıyordu Batman’in hikayesi. Bense henüz ilkokula bile başlamamıştım belki, televizyonda Tim Burton’ın Batman‘ini izlediğimde. Ne Nolan’ın görkemli üçlemesi ne de son yıllardaki karanlık bir MARVEL alternatifi yaratmaya çalışıp da başaramayan DC filmleri öncesinde ziyaret ihtiyacı duymadığım için zihnimde kırıntılardan ibaret olan o filmin kötüsü Joker, o dönem uzunca süre kabuslarımın konuğu olmuştu. Bir kimyasal fabrikasının içinde Batman ile çarpışmasının ardından boya kazanına düşüşünü hatırlıyorum Jack Nicholson’ın etkili bir performansla canlandırdığı Joker’in. Fakat, yine hatırladığım kadarıyla plastik bir Joker’di o; saf kötüydü, sebepsiz yere kötüydü. Delinin tekiydi işte…
2008’de, Nolan’ın üçlemesindeki zirve nokta olan The Dark Knight’ta, zamansız ölümünden kısa bir süre önce Heath Ledger’ın sinema tarihine geçen performansıyla bu karaktere olan bakışım(ız) köklü bir değişikliğe uğradı. Tıpkı yüzündekiler gibi derin yaraları olan, toplumun ve toplumun güçsüz olanı dışlama, dışarıya atma zulmünün bu hale getirdiği, sanrıları olan ama bunları zekice planlarla gerçeğe dönüştüren, isyankar bir lidere dönüştü o plastik kötü. Yüzündeki boyalar da Burton-vari bir süs değildi artık, dağılmış bir “makyajı” vardı, benliğinin bir parçası haline gelen. Yine de Nolan’ın Joker’i, filmin ve performansın kusursuzluğuna rağmen sıradan bir kötüydü; bir karşı-kahraman değildi, bir kahramana karşıydı sadece. Her biri zekice kurgulanmış, her biri Gotham şehrinin insanlarını kaosa sürükleme gücüne sahip planlarını dengesiz bir psikolojiyle uyguluyordu. Delinin teki değil, korku saçan ve kaybedecek bir şeyi kalmamış bir suçluydu.
Todd Philips‘in Venedik Film Festivali‘nde Altın Aslan‘a uzanarak hepimizi şaşırtan filmi Joker, her şeyin en öncesine götürüyor bizleri ve Joker’e plastik ya da saf bir kötü olarak değil bir insan – ya da en azından bir insan enkazı olarak yaklaşıyor. MARVEL evrenindeki süper kahraman ya da mutant orijin hikayelerinin aksine, aksiyona, maceraya, görsel efektlere geçmek için sabırsızlanmıyor Joker. Hatta bu karşı-kahramanın psikolojisini, dışlanmışlığını, git-gellerini ve yaralarını anlatırken tüm bunlardan olabildiğine uzak duruyor. Onu duygusal olarak sömüren annesinin “mutlu” diye çağırdığı, sağlıksız psikolojisinin dışavurumu olarak kontrolsüz ve abartılı bir kahkahaya sahip olan, bir ego tatmini olarak geliştirdiği fantezilerinde dahi insanlar tarafından ezilen, acınan bir adamla tanıştırıyor izleyicisini ve halihazırda bir enkaz halindeki bu adamın darbe üzerine darbe alışıyla kademe kademe arttırıyor gerilimi. Joker, Arthur’un filmin varoluş sebebi DC karakterine dönüşüm sürecini gerçekten de onu bir an önce Joker makyajına boyamak için değil, bu karakterin en derinlerini kazmak, onun hakkında daha fazlasını söylemek için kullanıyor. O silahın patlayacağını bilerek, bu ezilmiş ve psikolojisi bozuk karakterin elindeki iktidar ve erillik simgesinin varlığını bir an dahi unutmasak da, Arthur’un ona hangi anda sarılacağını kestirememek gerginliğin dozunu daha da arttırıyor.
Joaquin Phoenix‘in çıtayı oldukça yükselten Heath Ledger’ın seviyesinde bir performansla baştan yarattığı Joker (ve Arthur) karakteri bir yana Joker‘in başrolündeki diğer karakterden de bahsetmemek olanaksız. Gotham şehri de, tıpkı Joker gibi, sinemada bugüne kadarki temsillerinden farklı bir yerde duruyor filmde. Tıpkı Joker gibi onun da kaçınılmaz bir noktaya varışına, yani Batman’e ihtiyaç duyan o suç şehrine dönüşümüne tanıklık ediyoruz. Toplumun farklı kesimleri arasındaki ekonomik ve sosyal uçurum, suçun, nefretin, güçsüz olanı ezmenin dozunu günbegün arttırırken, piramidin tepesinde duranların tabanındakileri palyaçoya benzetmesi geri dönüşü olmayan bir hata, iplerin koptuğu nokta oluyor. Arthur’un planlanmamış simgeleşmesi, tıpkı eline tutuşturulan o silah gibi, ne zaman ne şekilde kullanacağını kestiremediğimiz bir güce dönüşüyor. Silahı kullanışıyla, üzerine giydirilen rolü kullanışı arasında geçen sürede Arthur da, hayatındaki gerçeklere (ya da gerçek sandıklarına) bakışı da, Gotham şehri de dramatik şekilde değiştiğinden, Arthur bu kez çok daha iyi planlanmış, çok daha fazla prova edilmiş ve gerçek anlamda şova dönüşmüş bir şekilde açığa çıkarıyor içindeki Joker’i. Bu süreçte, filmin başında kendisi gibi olanlar arasındaki güçsüzleri hedef alan Gotham da, planlı ve organize bir harekete dönüştürüyor nefretini ve isyanını. Eşitsizliğin, haksızlığın ve kaosun asıl sebebi olan, piramidin tepesindekilere çevrilen öfke, Arthur’un eylemleriyle kazandığı ivmeyi de arkasına alarak alevleniyor. Filmin başından sonuna dönüşen Arthur ve Joker nasıl ki Joaquin Phoenix’in bedeninde hayat buluyor, Gotham’ın dönüşümü de Hildur Guðnadóttir‘in müziklerinde vücuda geliyor. Henüz birkaç ay önce Chernobyl‘de yayılan radyasyonu notalarıyla hissetirmeyi başaran bu müthiş besteci, Joker’de gerilimi artan şehrin sokaklarına ve Joker’in bu şehirle olan ilişkisine çok şey katıyor.
Joker‘in saatlerce psikolojik ve fiziksel ezikliğini ve ezilmişliğini saatlerce derinlemesine işleyen film, son çeyreğinde Gotham’ın yavaşça kaynayan kazanında bir anda hızlıca yüzeye yükselen bir baloncuk gibi yukarı fırlatıyor onu. Kahire’nin São Paulo’nun, İstanbul’un Hong Kong’un, Paris’in ya da Kiev’in sokaklarındandan alışık olduğumuz kalabalık, bu kurmaca şehirde kurmaca bir lider bulmuş oluyor kendine. Joker, Antonio Campos’un Christine Chubbuck’u kaçınılmaz sonuna taşıyan psikolojiyi konu aldığı Chirsitine‘i gibi bir çözümlemeyle başlayıp, her gün haberlerde gördüğümüz gerçek şehirlerin gerçek sokaklarında yaşananların tam ortasına atıyor bizi. Tüm bunlar olurken alıştığımız ve bildiğimiz Batman’in hikâyesiyle dirsek temasında bulunmayı ve tatlı dokunuşlarla bize ne izlediğimizi ve nerede olduğumuzu hatırlatmayı da ihmal etmiyor. Sonuç olarak, karanlık bir sokakta, ileride Batman’e dönüşecek bir çocuğun annesi ve babasının ölümüne tanık olduğu bir gecede son buluyor Joker’in hikayesi.
Çok yakında, Joker‘in Venedik Film Festivali’yle başlayan ödül sezonu yolculuğunun nerelere taşınacağını ve Joker karakterinin iki farklı yılda, iki farklı oyuncuya Oscar kazandıran rol olarak The Godfather serisinin Don Corleone’sinin yanındaki yerini alıp almayacağını göreceğiz. Ama bir gerçek var ki Joker, yılın en iyi filmlerinden biri. MARVEL’laşmaya özenmeyen, derin ve karanlık DC filmlerinin devamının gelmesi dileğiyle…
IMDb Puanı: 9.1/10
İlk yorumu siz yazın!