KİTAP: Jonathan Safran Foer'den "Hayvan Yemek"
Jonathan Safran Foer bir romancı, hem de çok iyi bir romancı. Daha önce okuduğum ‘Her Şey Aydınlandı’ adlı romanında, G.G.Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ındakine benzer bir dünyayla karşılaşmıştım. Gerçek ve masalın benzersiz şekilde harmanlandığı ‘büyülü gerçekçilik’ dediğimiz akımın kıymetlilerinden biri sayılmalıdır bence ‘Her Şey Aydınlandı.’ Hayvan Yemek ise bambaşka bir kitap. Bir kere roman değil. 3 yıllık bir araştırmanın ürünü. Foer; kendi yaşamından, ailesinden ve kökenlerinden yola çıkarak yeme alışkanlıklarını; ama öncelikle hayvan yemeyi sorguluyor.
Bu kitabı gördüğüm ve kapak yazısını okuduğum ilk an, kitabı oracıkta bitirmek isteği duymuştum. Kapakta şunlar yazıyordu:
‘Neden kahvaltıda makarna yemiyoruz? Yemek yerken aldığımız kararları, neye dayanarak alıyoruz? Neden kuzu eti yiyoruz ama köpek eti yemiyoruz?
Köpeklerini seven Fransızlar, bazen atlarını yer.
Atlarını seven İspanyollar, bazen ineklerini yer.
İneklerini seven Hintliler, bazen köpeklerini yer.
Peki ya siz hangi hayvanları seviyor, hangilerini yiyorsunuz?’
Ben şu ana kadar kendimi hep ‘gerçek bir etobur’ olarak tanımladım. Et, tavuk, balık, hiçbirini ayırt etmedim ve şu yaşıma kadar hepsini afiyetle yedim, bundan çok da büyük keyif aldım. Peki bu kitap bende herhangi bir fark yarattı mı? Şöyle tarif edebilirim sanırım. Bir gün ofiste öğle yemeğimi yerken, içinde tavuk parçaları olan yemeğime yüzümü buruşturarak baktığımı farkettim. Bunu bilerek yapmamıştım, gördüğüm şey gerçekten de midemi bulandırmıştı. Çünkü kitabın henüz ortalarına dahi gelmeden tanık olduklarım o kadar korkunçtu ki, o tabağa bakınca yemek değil, eziyet gören tavuklar geliyordu aklıma. Ama benim bu hissettiklerim, kitapta bir vejetaryenlik propagandası yapıldığı düşüncesini uyandırmasın kimsede. Zaten amaç bu değil. Kapak yazısında kitap şöyle tanımlanıyor:
‘Hayvan Yemek, bir vejetaryenlik çağrısı değil, bir uyanış çağrısı.’
Foer’in et yemek hususundaki çelişkisi ta çocukluk yıllarına dayanır. O zamanlar bile et yememesi gerektiğini düşünmektedir ama önünde çok büyük bir engel vardır: Etin tadını sevmektedir! Vejetaryen olduğunu düşündüğü dönemlerde bile zaman zaman et yemekten kendini alamaz. Çünkü ahlaki olarak yanlış bulduğu eylem, aynı zamanda keyif de vermektedir. Bunu kendisi şöyle açıklıyor:
‘Oluru budur diye düşündüm. Böylesi hiç de fena sayılmaz, dedim kendi kendime. Tutarlı biçimde tutarsız bir beslenme düzeni oturttuğumuzu varsaydım. Yemek yemenin yaşantımızdaki diğer tüm etik meselelerden ne farkı vardı ki? Arada sırada yalan söyleyen dürüst insanlardık, bazen sakarlık eden dikkatli tiplerdik. Zaman zaman et yiyen vejetaryenlerdik.’
Sonra bir dönüm noktası yaşar Foer. Ona bu kitabı yazdıran olay gerçekleşir. Bir oğlu olur.
‘Oğlumu beslemek kendimi beslemekten farklı: O, daha önemli. Önemli, çünkü yemek önemli. Yemekle beraber anlatılan öyküler de önemli. Hayatımda pek çok kez, yemek hakkında anlatacak öykülerim olduğunu unuttum. Ne bulduysam onu ya da lezzetli olanı, doğal görüneni, akla uygun veya sağlıklı olanı yedim sadece- anlatacak ne vardı ki? Oysa hayal ettiğim ebeveynlik stili, böyle bir kayıtsızlığa ters düşüyordu. Bu öykü bir kitapla başlamadı. Kendim ve ailem için, etin ne olduğunu bilmek istedim sadece. En somut haliyle öğrenmek istedim: Nereden gelir? Nasıl üretilir? Hayvanlar nasıl muamele görür ve bu, nasıl bir önem taşır? Hayvan yemenin ekonomi, toplum ve çevre üzerinde etkileri nelerdir? Arayışlarım kısa zamanda çehre değiştirdi. Bir baba olarak çıktığım yolda bir yurttaş olarak görmezden gelemediğim ve bir yazar olarak kendime saklayamadığım gerçeklerle karşı karşıya kaldım.’
Foer’in bahsettiği en önemli gerçeklik sınai hayvancılık.
‘Sınai hayvancılığın tanımı zor ama teşhisi kolay. Bu, en basit tanımıyla hayvanların -çoğunlukla onbinlercesi, hatta yüz binlercesi aynı çatı altında tutulur- genetik yapısıyla oynandığı, hareket alanlarının kısıtlandığı ve doğal olmayan yemlerle (çeşitli ilaçlar ihtiva eden yemlerle; örneğin antimikrobiklerle) beslendiği, sanayileşmiş, dar alanda yüksek verime odaklı bir hayvancılık sistemidir. Her yıl dünyada sayısı kabaca 50 milyarı bulan kara hayvanı sınai çiftliklerde işleniyor.’
Kitapta şirketler ve ilgili şahıslardan da açıkça bahsediliyor. Mesela hepimizin yakından tanıdığı Kentucky Fried Chicken:
‘KFC, ‘tavukların refahına ve insani muameleye büyük önem verdiği konusunda ısrarcı. Bu iddia ne denli güvenilir? Batı Virginia’da KFC’ye tavuk sağlayan mezbahada, işçilerin canlı tavukların kafalarını kopardıkları, gözlerinin içine tütün tükürdükleri, suratlarına boya püskürttükleri ve hayvanların üzerlerine ayaklarıyla bastıkları belgelenmişti.’
Eziyet gören bu hayvanlar, insan sağlığını da doğrudan etkiliyor. Son yıllarda ortaya çıkan garip bakteri ve virüslerin sebebi, bu tesislerdeki hayvanlar üzerinde kullanılan kimyasal ilaçlar. Akşam yemeğinde ailenize sunduğunuz tavuk, tavukluktan çıkmış garip bir yaratık artık. Genetiğiyle oynandığı için çiftleşemeyen, üreyemeyen, kemikleri gelişmediği için yürüyemeyen, hastalık dolu bir hayvan. Kümes hayvanlarının bu kadar ucuz olmasının bir sebebi olmalıydı, değil mi?
Bu dehşetten nasibini alan sadece kümes hayvanları ve büyük başlar değil. Balıklar da hem sistematik bir şekilde eziyet görüyor, hem de insanların sağlığını tehdit ediyor.
‘Bütün bunlar önemli mi peki- yediklerimizi değiştirmemizi gerektirecek kadar önemli mi? Yoksa, satın aldığımız balık ve deniz ürünleri hakkında akıllıca kararlar vermek için daha detaylı bilgilendirme etiketlerine mi ihtiyacımız var? Eğer 75 santimetrelik bir somonun küvet büyüklüğünde bir su haznesinde yaşadığı ve yoğun kirlenmeden dolayı gözlerinden kan geldiği paketin üzerinde yazsaydı, hepçillerin varacağı sonuç ne olurdu? Peki ya etikette balık çiftliklerinin yol açtığı parazit nüfusundaki artışa, genlerde bozulmaya ve antibiyotik dirençli yeni hastalıklara değinilseydi?’
Yeme tercihlerimiz, küresel ısınmayı doğrudan etkileyen en önemli faktörlerden biri.
‘Chicago Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma sonucunda, yiyecek tercihlerimizin küresel ısınmaya en az ulaşım tercihlerimiz kadar etki ettiği ortaya kondu. Et amaçlı hayvan besiciliği, yerelinden küreseline tüm ölçeklerde, en ciddi çevresel sorunlara en fazla katkıda bulunan ilk iki veya üç etkenden biridir. Toprağın bozulması, iklim değişikliği, hava kirliliği, sı sıkıntısı, su kirliliği ve biyodeğişim gibi sorunlarla mücadelenin odak noktasını hayvan besiciliği oluşturmalıdır.’
Çokça alıntı yapmaya özellikle dikkat ettiğim bir yazı oldu bu. Çünkü yazılanların hiç biri hayal ürünü veya tahmin değil, hepsi belgelenmiş gerçekler. Bunları alıntılamasaydım, konuyu sadece kişisel yorumlarımla aktarmaya çalışsaydım eminim ki yeterince gerçekçi olmazdı. En iyisi kitabı alıp tamamını sindire sindire okumak ve kendi gerçeğimizle yüzleşmek. Bir de şu soruyu sorabiliriz kendimize. Tamam, kimse et yemekten vazgeçmek zorunda değil ama bu zulüm ve bu zulmü böylesine görmezden gelmek niye?
Son Söz: Bana kitap okumak yetmez gözümle de görmem lazım derseniz, PETA’nın yayınladığı Meet Your Meat videolarını ve Earthlings belgeselini izleyebilirsiniz.
İlk yorumu siz yazın!