Bu sıralar Moda dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “Trendler, kıyafetler ve estetik algıları“ oluyor değil mi? Moda sadece kumaş parçalarının dönem dönem popüler olmasından ibaret mi, yoksa sesimizi çıkarmak için bir araç olabilir mi? Bu noktada sahneye çıkan Duygu Cengiz, bir Türk kadını olarak sanatını ve kostümünü tarihsel ve toplumsal normlara meydan okumak için kullanarak bu soruya güçlü bir yanıt veriyor. Belki de sesimizi duyurmak için bağırmamıza gerek yoktur; estetik algı ve sanat, sessiz fakat etkili bir megafon görevi görüyordur? Peki, bir tiyatro oyununda bir Nazi aniden karşınıza çıkıp size hakaret etse ne yapardınız?

09510ee3-ff96-4886-9307-44f64b1a8081
Duygu Cengiz | Fotoğraf: Alexander Müller

Almanya’da bir tiyatroya gitmeye karar veriyorsunuz. Tiyatro salonuna girmeden önce loş ışıklarla donatılmış bir koridordan geçerken sizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaşıyorsunuz. Nazizm’in karanlık gölgesini üzerinde taşıyan biri oradan geçen herkese hakaretler savuruyor. Kıyafetinin sert çizgileri ve bakışlarının soğukluğu ortama adeta bir kasvet yayıyor. Salona girip oturduğunuzda aynı kişi seyircilerin arasında dolanıyor. Nazi’nin keskin ve iddialı bakışları izleyicileri tek tek tarıyor ve sanki her birini zihninde kamçılı sözleriyle yargılıyor. Birden duraksıyor ve siyah saçlı bir kadının yanında duruyor, kadının saçlarına uzanıyor ve yavaşça parmaklarının arasına alıyor ve tiksinti ve rahatsızlık dolu ifadelerle bakıyor. “Umarım saçların boyadır ve aslında sarışınsındır.” diyor, sesi buz kadar soğuk ve aşağılayıcı. Sonrasında karanlık enerjisini bütün seyircilerin üzerine çöktürerek arkaya doğru yürüyor ve gözden kayboluyor. Bu karanlık enerji seyircilerde derin bir şok bırakırken birden oyuncular sahneye çıkıyor ve oyun başlıyor. Fakat asıl sürpriz, bu kişinin sahneye çıkıp hem tabulara hemde Nazi figürüne meydan okuyacak Türk kadını Duygu Cengiz olması. Onun sahnede yer alması yalnızca bir performans değil, aynı zamanda bir direniş, bir özgürlük çağrısı.

Mutfaktan Tiyatroya

c1d167f3-e4ce-46b7-8064-7f0a49209896
Duygu Cengiz, Marcus Daniel Fehr, Ines Köhler & Klara Kieninger| Fotoğraf: Alexander Müller

Nazi ideolojisinin kadınları geleneksel cinsiyet rolleriyle sınırlayan bir bakış açısı vardı. Kadınları “Kinder, Küche, Kirche “(Çocuklar, Mutfak, Kilise) sloganıyla onları çocuk doğuran mutfakta çalışan ve kiliseden ibaret bireyler olarak tanımlamışlardı.

Bu dönemin moda anlayışında, kadın giysileri, kadınları “ideal eş” imajıyla bütünleştiren, vücut hatlarını belirginleştiren korsajlar ve etekler olarak öne çıkmıştı. Yani Nazi rejimi, modayı, Nazi ideolojisinin değerlerini yükseltmek adına ideolojik bir araç olarak kullanmıştı. Ancak Duygu Cengiz, Türk bir kadın olarak büründüğü Nazi erkeği rolüyle ve bu kriterlerin tam tersi olan siyah, uzun deri kabanı ve siyah kalın tabanlı botlarından oluşan kostümüyle tarihsel bir figürü yeniden yorumlamakla kalmayıp tarih boyunca marjinalize edilmiş  grupların ve kadınların direncinin sesini sahneye taşıyor. Bu sansasyonel rol seçimi farklı tarihsel ve toplumsal bağlamlar ve kimlikler arasında bir köprü görevi görüyor diyebiliriz.

Jubiläum (Yıldönümü)

7c62148e-a7a3-4ddf-8f3e-4ee72d498cb6
Michael Christian, Filipe Alvares de Lima, Duygu Cengiz & Marcus Daniel Fehr | Fotoğraf: Alexander Müller

George Tabori’nin Jubiläum adlı oyunu bir mezarlıkta geçiyor ve Nazi döneminin toplumsal ve kişisel yansımalarının izlerini taşıyor. Bu mezarlıkta karakterlerin ruhları bir araya gelip geçmişlerini anarak “yüzyıldönümlerini” kutluyorlar. Duygu Cengiz’in oynadığı Jürgen ise oyun boyunca hayatta olan iki karakterden biri ve karmaşık ve iç çatışmalarıyla savaş halinde olan bir karakter olarak karsımıza çıkıyor. Jürgen’in Nazizm’e olan derin bir bağlılığı ve bu bağlılığın getirdiği suçluluk duygusunu oyundaki monologlarında çokça kez görebiliyoruz.

George Tabori Nazi döneminin toplumsal normları absürdizm ve kara mizahla sansasyonel bir şekilde ele almış. Oyun boyunca dolaylı yoldan katliama uğrayan ruhların ölüm hikayelerini trajikomik bir bicimde anlattıklarını görebiliyoruz. Oyunu izlerken kendinizi, ironi dolu sahneler de çokça gülmeli miyim gülmemeli miyim diye sorarken bulabiliyorsunuz. Tabori oyun boyunca seyirciyi çelişkili duygu durumlarına sokarak düşündürmeyi amaçlamış. Oyunun Rejisörü Aron-Manuel Kraus ise Nazi rolüne Türk bir kadını seçmesiyle güzel bir ters köşe yaparak, önyargıların yıkılmasının önemini gözler önüne seriyor.

Kombinlerimiz hazırsa, Perdeyi Kaldırın: Tabuları yıkıyoruz!

c22e2ed5-6644-47bd-9f74-16e0a39c3092
Ines Köhler, Anna-Lena Harzbecker, Helena Yannakopoulos, Michael Christian, Klara Kieninger, Filipe Alvares de Lima, Duygu Cengiz & Marcus Daniel Fehr | Fotoğraf: Alexander Müller 

Geçmişe baktığımızda da sanatın kalıplaşmış normlara güçlü bir savaş açmak için kullanıldığını görebiliriz. Çoğu sanatçı, sanatlarını toplumu uyandırmak ve seslerini duyurmak için bir silah olarak kullanmıştır. Toplum için sanatta bu yüzden var olmuştur zaten. Ancak bu konuda sıklıkla gözden kaçırdığımız bir gerçek var: Sanat sanat için olduğunda görünür olur, sesini çıkarır.

Gerçek kilit nokta sanatçının sanatına tutkuyla bağlı olmasıdır. Tutku, esere yalnızca bir teknik beceri değil, aynı zamanda kişisel bir yansıma katar. Bu tutku, mesajın hem değerli hem de anlaşılır bir seviyeye ulaşmasını sağlar. İnsanlar genellikle kendileriyle ortak noktaları olan konulara kendilerini daha yakın hissederler. Hangi sanatta kendimizden bir parça görürsek o kadar yakınlaşırız ona. İnsanlar kırıldıkları yerden birleşir, sanatta buna aracı olur işte.

Bu makalede incelediğin oyunda da, karakterlerin arkasındaki kişilerden kostümlerin seçimlerine kadar her detay, duyularımıza hitap ediyor. Gördüğümüz şeyleri merak eder, duyduğumuzu anlamaya çalışır ve sonra zihnimizde analiz ederiz. Bu nedenle, hayatın kendisi bir sahne gibidir. O zaman kombininizi hazırlayın perdeyi kaldırın tabularınızı yıkmaya adım atın! Belki de sanatın sesine kulak verirsek birlikte tabularımıza karşı durabiliriz…

Kapak Fotoğrafı: Alexander Müller

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Moda Yargıları