Kahire: Gizemler Diyarına Yolculuk
Hem ay hem de göz simgelerini kollarımda dövme olarak taşıyorum. Bu simgeler bana, insan ruhunun bu antik korkularına tutsaklığını hatırlatıyor. Kendi koruyucu rünlerim de oluyor. İşte böyle derin bir sebepten kurduğum ilk hayaldi benim Mısır’a gitmek. Ama bu hayalime kavuşmam tam 28 yılımı alıyor. Sihirli Kahire gerçek, ama bambaşka bir gerçekliği de var. İşte bu büyülü gerçeklikteki üç günümü anlatmak istiyorum. Kahire’de kulağıma çalınan şarkılardan yaptığım playlisti okurken dinlemek isterseniz: Kahire playlist
Yaklaşık 7 yaşlarındayım. Televizyonda, devasa taştan üçgenlerin içine çizilmiş bir sürü resim görüyorum. Babam bunların aslında resim değil, hikayeler olduğunu söylüyor. “Başka bir diyara daha korunaklı seyahat etsinler diye koruyucu rünler, bütünü hikayeler,” diyor. Büyüleniyorum. Çünkü ben de her zaman dünyadan korkmuşum, etrafıma duvarlar örmüşüm ama duvarların değil o duvarlara yazılmış kelimelerin beni koruyacağına inanıyorum. Yaşım ilerledikçe, önceki yaşamımda kedi-tanrılarla ilgilenen biri olduğuma inanacak kadar ileri götürüyorum bu hayali.
Çocukken çok dindar bir ilkokul öğretmenim vardı benim. Allah’ın sürekli çok korkunç bir yüzünü anlatıyor bize; beni yalnızca kontrol etmek için izleyen, cezalandırmak için bekleyen devasa, taş gibi bir varlık olarak. Bana hiçbir sevgi kırıntısı barındıramayacak kadar uzak… O yaşlarımda ailemle sık sık da seyahate çıkıyoruz. Arabanın arka koltuğunda dışarı bakarken beni hep takip ettiğini sandığım ay en net manzaram. O devasa yaratıcıyı bir süre sonra ayla özdeşleştiriyorum. Ay, Allah’ın gözü oluyor ve beni izliyor. Ve ondan çok korkuyorum. Düşündüğüm, hissettiğim, olduğum ve olmayı dilediğim her şey için beni cezalandıracak sanıyorum, çünkü beni asla affetmeyecek, anlamayacak biri olduğunu düşünüyorum.
Büyüdükçe ve ‘’akıllandıkça’’öğrendim tabii sadece dümdüz bir taşmış ay, beni hemen yakmayacakmış. Zamanla bir yaratıcıya inanmayı bırakıyorum zaten. Korkudan özgür kalıyorum, ama bir koruyucunun verdiği o rahatlık duygusunu da yitiriyorum. Dua etmek, içimi dökmek istiyorum ama yapamıyorum. Sonra bir gün öğreniyorum ki, antik Mısır’da insanlar da benim gibi düşünmüşler. Ayı, tanrılarının gözü olarak kabul etmişler. O dönemde delicesine korktuğum ve göz göze gelmemek için kaçındığım ay, onların da tanrısal gözüymüş. Bu benzerlik beni derinden etkiliyor ve insanın çaresizce hep insan kalacağını fark ediyorum. Yüzyıllar da geçse, icatlar da yapsak, hatta gezegenimizi bile terk etsek, özümüzde hep gökteki bir gözün bizi izlediğini düşünen zavallı ruhlar olarak doğmaya devam edeceğiz.
Bugün hem ay hem de göz simgelerini kollarımda dövme olarak taşıyorum. Bu simgeler bana, insan ruhunun bu antik korkularına tutsaklığını hatırlatıyor. Kendi koruyucu rünlerim de oluyor. İşte böyle derin bir sebepten kurduğum ilk hayaldi benim Mısır’a gitmek. Ama bu hayalime kavuşmam tam 28 yılımı alıyor. Sihirli Kahire gerçek, ama bambaşka bir gerçekliği de var. İşte bu büyülü gerçeklikteki üç günümü anlatmak istiyorum. Kahire’de kulağıma çalınan şarkılardan yaptığım playlisti okurken dinlemek isterseniz: Kahire playlist
Öncelikle havaalanına indiğimde kafamda maalesef çevreden duyduğum ”dikkatli olun, çok tehlikeli” uyarıları zihnimi doldurduğu için çok endişeliydim. Ama öte yandan bana söylenen her şey için mutlaka pazarlık yapın lafı da aklımdaydı. Bu yüzden Giza’daki otele gitmek için taksicilerin bize verdiği 30 euro için onlarla pazarlık yapıyoruz ama kimse aşağısını kabul etmiyor. Gecenin 3’ünde bile havalanından çok fazla turist alabilecek durumdalar çünkü.
Bir de havalanında tek başına gelmiş olan Arnavut bir kızla tanışıyoruz: Mimoza! O da bu gece için otel arıyormuş madem öyle bizimle gel diyoruz ve onu da yanımıza alıp taksicilerle biraz daha uğraştıktan sonra en son imdadımıza Indrive uygulaması koşuyor ve havalanından yollardaki geçiş ücretleri dahil 10 euro’ya otelimize varıyoruz. Kaldığımız otel: Pyramids Valley Boutique Hotel
Otelimizin harika bir manzarası var. Terasımız Sphinx’i ile göz teması kurduğumuz mesafede. Kalmak için şehrin iki bölgesi seçebiliriz. Bizim gibi Giza Nekropolü manzaramız olsun ve Sakkara’ya yakın olayım derseniz Giza bölgesinde kalabilirsiniz. Ya da merkeze, kalabalık caddelere, müzeye yakın olmak isterseniz Downtown Cairo ve Nil’e epey yakın olan Tahrir Meydanı da tercih edebilecek bölgeler. Hangisinde kalırsanız kalın taksi ücretlerinin yarım saat için 150 TL gibi bir fiyata geldiğini düşünürsek ulaşım sorunu yaşamazsınız diyebilirim. Uber de tüm şehirde sorunsuzca çalışıyor. Şehir merkezinde kalıp gece de şehrin ritmi içinde kalmayı istesem de uyumadan önce son, uyandığımda da gördüğüm ilk şeyin piramitlerin olduğu günlerin büyüsü ağır bastı benim için. Ben genelde bu tarz antik yapıların doğasına uygun bulmam ışıklandırmaları ama piramitlerin ışıklarla daha kötü hale gelmesi mümkün değil. Hatta tüm şehir için ışıklar içinde demek mümkün. Paylaştığım fotoğraflardan da umarım belli olacaktır, daha önce hiç mimarisinde ışıkların bu kadar merkez bir rol aldığı bir şehre gitmemiştim. Kültürlerinde güneşin yerini de düşünürsek çok daha anlamlı hale geliyor.
İlk sabahımızda tabii ki hemen Giza Nekropol’üne gidiyoruz. Şehir ilk başta size belki çok kalabalık, çok gürültülü, çok karmaşık ve tehlikeli gözükebilir; ama benim gerçek bir tehlike altında olduğumu hissettiğim hiçbir an olmadı.
Biletinizi gitmeden önceden de alabilirsiniz ama gişeden kartla almak da epey kolay. En kapsamlı bilet ile tüm alanı gezebilir hem de piramitlerin içlerine de girebilirsiniz. Ben elbette bu amaçla yola çıkmış olsam da hiçbir piramit’in içine giremedim meğer benim klostrofobim varmış de haberim yokmuş! Hayatımda yaşadığım en korkunç anları yaşadım maalesef. Benim gibi 1.56’lık birinin bile ikiye katlanarak yürümesi gereken bir tünel var içlerinde ve nefes almak çok zor. Yine de benim yorumuma bakmayın sonu bir kral mezarına çıkan, ki ana yapılış amaçları bu, bu tüneli yürümeyi bir deneyin derim.
Buradaki deneyimimi maalesef sürekli bir şey satmaya çalışan insanların bozduğunu söylemek zorundayım. Bu şekilde para kazandıklarını, bu şekilde geçindiklerini elbette biliyorum ancak hayatımda sayılı kez yaşayabileceğim bir deneyimi benim için daha kötü hale getirdi maalesef. Burada da sorun dünyanın her yerindeki sorun aynı yani: erkeklerin çok konuşması -lütfen benden nefret etmeyin.-
Maalesef develerle ve atlarla tur yapmak hayli yaygın. Develerin durumu gerçekten çok kötüydü, inanılmaz yorgun görünüyorlardı. Kendilerinin ulaşım için hala develeri kullanmaları asla söz konusu değil bu arada; gayet araba ile inanılmaz dolu bir trafik hakim Kahire’ye. Açıkça egzotik bir turist etkinliği olarak devam ediyor ve insanlar için de hayvanların durumu, etik vs. hiç önemli değil tabi ki. Eşya gibi süslenecek, araç gibi binilecek şeyler alt tarafı hayvanlar… Gittiğim her yerde hayvanların çektikleri acıları görmezden gelmeyi artık başaramıyorum ve insan olmaya da katlanamıyorum bu yüzden. Dünya keşfedilecek güzel bir yerden çok; insanların sebep olduğu acıların içinde siste yolunu arar gibi mutlu anlar yakalanacak bir yer gibi görünüyor bana.
Mini öneri: Alanın hemen sağ girişinde yer alan Moko ‘da mutlaka dondurma yiyin. Bugüne kadar yediğim en lezzetli vegan dondurmaları yedim. İki top dondurma için de 180 TL ödedim.
Akşamı merkezde geçirmeye ve tiktok’ta sürekli karşımıza çıkan Tree Trunk ‘a yemeğe gitmeye karar veriyoruz. Menüdeki belki geleneksel tek yemek olan tavuk ve karidesli makarna yanında kremalı mantar yemeği olan Scampi söylüyor arkadaşım, ben de makarna alıyorum. Yemekler bize ortalama altı bir İstanbul restoranı gibi geliyor, burada da içeceklerle birlikte toplam 400 TL ödüyoruz. Yemeklere bayılmasak da ortam çok tatlı olduğu için akşam yemeğine de terasta gün ortası kahvesine de gelinebilir.
Ardından arka caddede bir yürüyüşe çıkıyoruz ve inanılmaz güzel ışıklar, kocaman yapraklı ağaçlar ve palmiyeler içinde geniş sokaklarda buluyoruz kendimizi. Sıcak Afrika rüzgarına bir kez daha kapılıyorum ve kendimi hiç güvensiz hissetmediğimi bir kez daha ekliyorum. İnsanlar size sokakta bakıyor, konuşmaya bazen bir şeyler satmaya çalışıyor hatta gelip fotoğraf çekiyor ama bunların hiçbirini size zarar vermek için yapmıyorlar. Kapalıçarşı esnafı da benzer bir tavırda hatırlatırım… Ki sokaklar kadınlarla dolu, öyle yaşamdan pek çekilmiş durumda değiller.
Hatta biz o kadar alışıyoruz ki bu kalabalık caddede yorulunca bir künefecinin sokaktaki sandalyelerine oturup kabalalıkla birlikte tatlı yiyoruz. Cadde uzunca böyle cafeler/restoranlar ile dolu. Bu bölge Al Montazah diye geçiyor. Künefecimizin de adresi burada, eve bile getirdik çok beğenip.
Şehir ilk başta size belki çok kalabalık, çok gürültülü, çok karmaşık ve tehlikeli gözükebilir; ama benim gerçek bir tehlike altında olduğumu hissettiğim hiçbir an olmadı.
Bir de burada eskiden İstanbul’da da çok yaygın olan sokakta kopya kitap satmak hala var. Beni affedin ben de ilk defa bir kopya kitap alıyorum. Çünkü ilginç şekilde bulmakta gerçekten zorlandığım İngilizce kitapların baskılarını buluyorum ve 50 TL gibi bir rakama… Bir de burada adetmiş deyip indirim istiyorum ama vermiyor. Tam ben ödeme yapacakken herkes birden çığlık atınca anlıyoruz ki Mısır gol atmış. İşte şimdi indirim veririm deyip gülüyor kitapçı. Dükkanı sağ altta fotoğraftaki büfe. Haziran’da yaptığım İtalya seyahatinde de herkes sokaklarda bağıra çağıra maç izliyordu böyle. Sanırım evrensel bir kutlama kültürü olarak futbolu sevmeye başlıyorum.
Taksiyle yolculuk yapmaya bayıldığımı da eklemem gerek! Yollar genellikle üst geçit gibi inşaa edilmiş ve tam anlamıyla şehrin içinden geçip gidiyorsunuz. Sokak aralarında kısıtlı vakit içinde hızlıca etrafı görmek için de güzel bir yol ayrıca. Bu yolculuklarda bir de çok ilginç bir şey fark ettim; çoğu evin perdesi açıktı. Perdeleri açmak/kapatmak bana bir toplumun muhafazakarlığı ile ilgili çok şey söylüyor gibi geliyor ve Müslüman bir halk olmalarına rağmen çok kapalı olmadıklarını buradan bile anlayabiliyorum. Özellikle dikkatimi çeken şey reklam panoları Arapça olmasına rağmen sadece emlak ilanları otoyollarda çok yaygın ve İngilizce. Ülke güneyi turizm ile epey para kazanıyor biliyorum; demek ki burada ev satışı yapma politikaları da var çünkü çok fazla marka ve bölgeye ait reklamlarla doluydu yollar.
Bir sonraki durağımız ise şehrin daha sessiz ve lüks bir semtindeki bir bistro. The Brasserie Burası sanırım favori mekanım oldu, tasarımında içkilerine bayıldım. İstanbul’da olsa müdavimi olurdum. Önceden rezervasyon yaptırmanızı öneririm, mekan gerçekten dolu oluyor çünkü. Fotoğrafta gördüğünüz pembe şaraplı içki sürahisini 700 TL ye alabiliyorsunuz, içki fiyatları da Türkiye’den epey ucuz yani. Bizim gittiğimiz gece dj Iyon Avakian vardı, geleneksel şarkılarla hitleri yumuşak geçişlerle birleştirdiği harika setlist ile bize çok keyifli zaman geçirtti. Eğer Kahire’ye giderseniz kendisini takip edin, çaldığı mekana bir uğrayın derim.
İkinci gün ise durağımız elbette Mısır Müzesi olacak. Yolda şehrin içinden geçerken kocaman binaların arasında piramitler göründükçe nefesim kesiliyor. Bu gürültüyü, kalabalığı ve kaosu herkesin sevmeyeceğini çok iyi biliyorum; ancak ben rahat çok evimde hissediyorum. Bir kez daha anlıyorum ben kafa dinlemek için Bodrum’a taşınanlardan olmayacağım. Ben yaşamı böyle seviyorum, akıp giderken beni de sürüklediğinde. Belki zihnimin gürültüsünü ancak böylesi bir karmaşa susturmaya yetebiliyordur, ama bu sanırım buraya yazmam değil terapistimle konuşmam gereken bir şey 🙂
Müzeyle ilgili yazabileceğim şeyler sınırlı. Antik Mısır eserlerinin etkileyiciliği, tarihi önemi, anlamı sanırım uğruna en çok belgesel çekilen konudur benim de yinelememe gerek yok. Ancak şunu eklemek zorundayım, müzenin arşivi çok kısıtlı çünkü her şey başka ülkelerce çalınmış!
Müzenin ardından bizim Mısır Çarşısı, Eminönü gibi düşünebileceğiniz pazarı Han El-halili’ye gidiyoruz. Burada hediye eşyalar, kıyafetler özellikle dansöz kostümleri, çikolatalar ve baharatlar bulabilirsiniz. Biz geleneksel lezzetler denemek için çarşı içinde oturup gözleme de yedik, restoranlardan daha doyurucu ve lezzetliydi hiç pis de gözükmedi. Girdiğimiz her mağazada herkes çok tatlıydı ve bizi ikramlara boğdu!
Ayrıca bu bölge de size eminim çok karışık ve kalabalık gelecektir; ama sokakları yürümek bir şehrin dinamiğini anlamanın en basit ve güçlü yolu. Lütfen buna şans verin, buradan sokaktan aldığımız atıştırmalık da pek lezzetliydi.
İkinci akşam için benim oldukça hoş, Kahire’li bir arkadaşım bizi yemeğe çıkarıyor. Pier88, Nil üzerindeki bir geminin ikinci katındaki hoş bir restoran. Menüsünde geleneksel lezzetler yok. Biz de peynirli kabak, mantarlı rissotto ve carpaccio yiyor ve şarap içiyoruz. Yemekler için İstanbul’daki bu standartta bir mutfaktan aşağıda demek zorundayım yine ama atmosferi çok beğendiğim için gidilebilir bir adres diyeceğim.
Akşam otele dönmüş, terasta Giza’yı izlerken karmakarışık hissediyorum. Çocukluk hayalimi gerçekleştirdiğim, hayatımın resmine inanılmaz bir renk eklediğim bir andayım ama bu anın bir anın dönüşeceğinin bilincinde yaşanan anın nostaljisini hissediyorum. Hüzne benzer bir keskinlik. Geride dönüp şimdiki anıma bakan ben oluyorum bir an ve bu hüzne paylaşmak isteği de ekleniyor. Bir süredir hayatımın romanın ana temalarından biri yalnızlık, omzumu ne kadar silksem de atamıyorum. Mısır’a gelme hayalimi bilen, bunun üzerine uzun uzun konuştuğumuz, sırf piramitlerden sahneleri var diye birlikte filmler izlediğimiz o mavi gözlü çocuğu aramak istiyorum birden, hiç aklımda yokken. ”Bak, evime kavuştum!” demek istiyorum, demiyorum. Kendimi ikna etmeye çalışıyorum, bir tanığı ya da yoldaşı olmasa da yolumun kıymetli olduğuna.
Marcel Proust “Kayıp Zamanın İzinde” den hatırladığım bir kısım zihnimde yankılanıyor: “Mutluluklarımızı ancak tam anlamıyla paylaşabildiğimizde onların gerçek tadına varabiliriz, ama ne yazık ki, onları paylaşmakta her zaman başarılı olamayız ve bu yüzden en derin mutluluklarımız bile zamanla içimizi acıtan hatıralara dönüşür.”
Gitmek istediğim şehirleri ziyaret ettiğimde sanki yapbozuma bir parça ekliyormuş gibi hissediyorum. Gitmeyi düşlediğim her şehir içimde eksik bir parça. Ancak onları fetheddikçe tamamlanacağım.
Üçüncü ve son günümüzde ise kesinlikle Kahire’nin en sihirli yerindeyiz: Sakkara. Sakkara, Kahire’nin 24 kilometre güneybatısında, Mısır’ın en eski başkenti Memphis’te yaşayanların defnedildiği bir bölge. Basamak piramidi olarak da adlandırılan Zoser Piramidi’nin bölgenin en önemli noktası ve bunun yanında kralların mezarları, tapınak ve kutsal hayvan mezarlığı da bulunuyor. Bu kutsal hayvan mezarlığının bana hiç insanyapımı gözükmediğini yargılamalarınızdan söylemek istiyorum… Ayrıca kedilerin ölülerine bile tapınmak asla itiraz edeceğim bir fikir değil.. Bu bölgede hala keşif çalışmaları devam ediyor. Antik Mısır’ın asıl yüzünü hissetmek için buraya mutlaka gelin. Netflix’in Sakkara’nın Sırları belgeselini de gitmeden önce izleyebilirsiniz.
Açıkçası bu yola çıkmadan önce oradayken daha mantıklı biri olur ve sadece bugünden anlaması biraz daha dikkat gerektiren bir yöntemle yapılmış normal yerler olduğuna ikna olurum diyordum; ama hayır şu an kesinlikle insanüstü bir bilginin ışık tuttuğuna daha da eminim! Sakkara’da ben kendime yeni bir dövme seçmeye başlamıştım bile…
Sakkara ardından rotamızı daha yeni bir dine çeviriyoruz ve günümüzde müslüman bir şehir olan Kahire’nin iki kilisesine gidiyoruz. Yolumuz çöp şehirden geçiyor. Manshiyat Nasser, yaklaşık 60.000 kişinin yaşadığı bir gecekondu bölgesi. Sokaklarından çatısına kadar her yerin çöple kaplı! Bu durum, 20 milyonluk nüfusuna rağmen Kahire’nin etkili bir çöp toplama sistemine sahip olmamasından kaynaklanıyormuş.
Son 70 yıldır, çoğunluğu Kıpti Hristiyan olan Manshiyat Nasser sakinleri “Zabbaleen” ya da “Çöp İnsanları” olarak biliniyormuş. Kahire’deki evlerden kapı kapı dolaşarak çöp toplar ve bunları eşek arabaları ya da kamyonetlerle evlerine taşır. Erkekler çöpleri toplarken, kadınlar ve çocuklar geri dönüştürülebilir malzemeleri ayırırmış. Ama hala aklım almıyor çöpün içinde nasıl yaşanır… Bu bölge ile ilgili Garbage Dreams ödüllü belgeseli de var.
Bu yolun sonu bugüne kadar ziyaret ettiğim en ilginç tapınağa çıkıyor: Saint Simon Mağara Kilisesi. Burası gerçekten bir mağaranın içi oyularak yapılmış. İnanılmaz büyüleyici!
Mağara kilisesinden çıkıp tepeyi yürümeye devam ettiğinizde de başka bir kilise sizi karşılayacak. Orası da benzer şekilde dağ içinde. Afrika’da 5 vakit namaz dinlerken kilisede olmak Türkiye ve Mısır dışında başka bir ülkede daha mümkün müdür acaba?
Bu kilisedeki bir duvarda bir kadının onu baştan çıkarmasına büyük bir erdemle karşı koyan erkeği görmek benim için üzücüydü elbette. Kadın düşmanlığının bu coğrafyaları, dinleri ve dilleri, zamanı aşması….
Kahire’deyken önerebileceğim bir mekan da yine ünlü İl Nilo. Buranın yemekleri de ortalama olsa da mekan çok sevimli, işletmeciler çok sevimliydi. Sıcak akşam rüzgarı eserken Nil’in kenarında oturduğum anları çok keyifle hatırlıyorum şimdi.
Bir de burada yol arkadaşımız Moza’nın doğum gününü kutluyoruz! Ondan öğreniyorum ki Arnavutluk’ta doğum günü sahibi doğum gününe davet ettiği herkesin yemeğini ısmarlarmış. Çok şaşıyorum buna, biz tam tersini yaptığımız için alışkanlıktan değil tüm hediyelerin doğum günü sahibine gitmesi gerektiğini düşündüğüm bunun yanlış olduğunu inatla savunuyorum.
Son akşamımızda önceki gün tanıştığımız arkadaşımız Mehrez bizi lokal bir bara götürüyor. Heliopolis’teki El Horeya Hotel’in terasına. Sanırım Kahire’de yaşasam burası haftaiçi iş sonrası birası için arkadaşlarımla buluşma yerim olurdu. Sürekli kadınların böyle günlük akışta olmayacağını duyduğum için kadınların rahatça hem kadın arkadaşlarıyla hem de erkeklerle rahatça oturup içki içtiğini özellikle yazıyorum. Net bir ayrımcı bir günlük yaşam ben gözlemlemedim. Eğer sıradan bir Kahire akşamı geçirmek isterseniz mutlaka buraya gelin, ki hep bu sıradan yaşama kıymet verip ona karışmak için seyahat ederim.
İşte böyle ayrıldım Kahire’den. Gerçekleştirilmiş bir hayalin mutluluğu ve heyecanı, bitmeden yaşanan özlemi ile… Hala capcanlı tarihi, asla çözülemeyecek gizemi, sıcacık esen rüzgarı ve kocaman ağaçlarıyla, gürültüsü ve baş döndüren hızıyla aşık oldum Kahire’ye. Herkese güzel zaman geçirmesi için önereceğim bir yer asla olmaz, tam bir deneyim merkez gibi. Ya çok sever ya da nefret edersiniz buradan. Ama uygarlığın ilk devasa izlerine hala dokunabildiğim için minnettarım.
Kapak Fotoğrafı: Ceren Muslu
İlginizi çekebilir: Aydan Salay’dan Siwa Vahası ve Tuz Gölleri
Dubai'de yaşamaya başladıktan sonra Arap kültürüne ayrı bir ilgi duymaya başladım. Yemek, edebiyat ve müzik. Bu da benim Arap müziği listem https://open.spotify.com/playlist/0bSIYlagJFAgmrDuZ2L2M2?si=0f8fd7d3063d4c06. Daha nostaljik 🙂) Yazınız çok iyi bir seyahat yazısı. Tabi Kahire konusunda biraz farklı düşünüyorum düşünüyorum 🙂) bir daha işim olmazsa gitmem. Benim için İstanbul'dan daha kötü neresi var sorusunun cevabıdır Kahire. Tabi Hindistan, Pakistan ve Afrika şehirleri kategori dışı. Sevgiler
Tahmin edebiliyorum neden İstanbul'dan bile kötü dediğinizi🙂
Çok teşekkür ederim yorumunuz için, sevgiler🙂