İlk yorumu siz yazın!
Kahvenin Öyküsü: Sohbetlerin Onur Konuğunu Tanımak
Ellerimizde mis gibi kokan kahvelerimizle birlikte karşılıklı iki lafın belini kırmanın sosyal mesafeli, uzak bir hale gelmek zorunda kaldığı bu günlerde umuyorum ki, sıcacık sohbetlerin onur konuğu kahvenin öyküsü biraz olsun içimizi de ısıtacak.
Kahvenin Keşfi
Kahvenin keşfi ile ilgili efsanelere, hikayelere baktığımızda en yaygın olanlarından biri şöyle; keçi sürülerinin garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra biraz fazla canlılık göstermesiyle başlıyor. Keçilerdeki bu garip davranışı gören çobanlar, döneminin ünlü bir dervişi olan Şazilli’ye durumdan bahsediyorlar. Şazilli, bahsi geçen bu ağacın meyvelerini kaynatıp içiyor ve kahvenin heyecanı onu da sarıyor. Yani, M.S. 600. yüzyıl Etiyopyasına dayanan kahvenin büyüsünü tadan ilk canlılar keçiler!
Kahvenin bir keyif aracı haline gelmesi ise 10. yüzyılda Arap Yarımadası’nda başlıyor. Yemen, İran, Mısır derken 1543 yılında ilk defa Arap kökenli iki tüccarın Tahtakale’de ilk kahvehaneyi açmasıyla İstanbul’a ayak basıyor kahve. Tahtakale’de kurulan bu kahvehanede şiirler okunuyor, edebiyat üzerine sohbetler ediliyor, satranç ve çeşitli kart oyunları oynanıyor. Fakat insanların sosyalleştiği, bilgiler paylaştığı bu kahvehaneler “kötülük ocağı” olarak nitelendiriliyor ve verilen fetvalar üzerine kapatılıyor. Öyle ki 4.Murat döneminde kahve veya tütün ürünü içenler idam cezasına uzanan ciddi cezalar alabiliyor.
1000 yıl öncesinin Etiyopyasında ise kahveye “Kara İnci” deniyor ve kahve yasaklanıyor. Sadece buralarda da değil; Mekke, Halep, Şam, Bağdat… Hepsinde yasak hale geliyor bu kahvehanelere. Bir de dedikodu çıkıyor kahve hakkında: “İçenlerin karardığı, Habeşlerin ve Afrikalıların bu yüzden siyah olduğu” söyleniyor. Küçükken duyduğumuz sözler çınladı mı kulaklarımızda? “Kahve içmeyin çocuğum kararırsınız?”
Kahvenin Yolculuğu
Orta Asya’dan sıyrılıp Avrupa’ya baktığımızda da ilginç öykülerle karşılaşıyoruz. İtalya, kahve ile İstanbul’da tanışan Venedikli tacirlerin onu beraberlerinde ülkelerine götürmesiyle tanışıyor ve böylece kahvenin Avrupa serüveni başlıyor. Londra’da kahve o kadar mühim ki o dönemde ilaç gibi eczanelerde satılıyor.
Fransa ise, bir Türk elçi sayesinde tanışıyor kahveyle. Kahve, Fransa için o kadar kıymetli oluyor ki, Brezilya’dan kahve tohumu almak için gelen subaya kahve tohumları verilmiyor. Tabii kader yıllar sonra bizleri Brezilya kahvesinden mahrum bırakmak istememiş olacak ki Fransız valisinin karısı, ülkesine dönen bu yakışıklı subaya bir gül veriyor. Kahvenin tohumlarının gülün içerisine gizlenmesiyle Brezilya da kahveyle ilk tanışıklığını kuruyor.
Bir de bizim hayranı olduklarımızın kahveye olan hayranlığı var. Mesela J.S. Bach, kahveyi o kadar çok seviyor ki kahvenin tadından aldığı hazzı notalara döküyor ve kahve için “Kahvenin Şarkısı” adlı besteyi yapıyor.
Balzac’ın ise hayatı boyunca toplam 10 ton kahve içtiği söyleniyor.
Türk Kahvesi
Gelelim bir çoğumuzun en kahkahalı sohbetlerine eşlik eden Türk kahvesine. Aslında Türkiye’de kahve bitkisi yetişmiyor ve dolayısıyla Türk kahvesi diye anılacak bir kahve de yok.
Literatüre geçmesi 2013 yılını bulan Türk kahvesinin aslında literatürde kendine yer bulabilmesinin sebebi daha farklı: Kendine has yapılış şekli, sunumu ve temsil ettiği gelenekler. İncecik çekilmiş kahve çekirdeklerinin bakır cezvede ağır ağır pişmesi, yanında su, lokum gibi ikramlarla sunulması ve hatta kız isteme merasimlerine konuk olmasıyla Türk kahvesi, dünyanın çeşitli yerlerindeki kahve severlere selam vermiş oluyor.
Sofralarımıza, derdimize, sevincimize hoş bir ortaklık etmek için oldukça uzun ve ilginç yollardan gelen kahvenin öyküsü kısaca işte bu şekilde. Yazının sonuna geldiğimize göre, yazıyı ünlü bir Brezilya deyimiyle kapatmak istiyorum: “Kahveyi gece kadar karanlık, cehennem kadar sıcak, kadın kadar tatlı içeceksin.”
Kapak fotoğrafı: unsplash.com/@itfeelslikefilm
İlginizi çekebilir: Merve Oflaz’dan Osmanlı’dan Çuvallarla Gelen Bir Miras
Öyküm bizi çıkardığın yolculuk için ve de bilgi haznemize değer kattığın için teşekkürler