“Dünya sinemasının bir tek düşüncesi olmaz. Bu beni ürkütüyor. Çünkü sinema farklı kültürleri, farklı düzeyleri yansıtan, değişik insanlar tarafından gerçekleştirilen bir kavramdır. Bu kültür farklılığı sinemanın zenginliğini oluşturur” cümleleri, sinemamızın en değerli isimlerinden biri olan yönetmen Ömer Kavur’a ait. Daha önce Ziyafet ve Hatırlamadığım Şeyler isimli iki kısa metrajıyla tanıdığımız Fırat Özeler’in ilk belgesel projesi Kavur, bu nadide ismi anlamamız ve dünyasına dahil olmamız için büyülü bir kapı aralıyor adeta.

Dünya prömiyerini bu yılın başlarında 52. Rotterdam Uluslararası Film Festivali’nin restore edilmiş klasikler, film kültürü belgeselleri ve arşiv keşiflerine yer veren Cinema Regained programı kapsamında yapan belgesel, Türkiye prömiyerini ise nisan ayında gerçekleştirilen 42. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması kapsamında gerçekleştirdi. Ben de bu vesileyle seslendirmesini Cem Yılmaz, Funda Eryiğit ve Tilbe Saran’ın yaptığı belgesele dair tüm merak ettiklerimi Fırat Özeler ile konuşma fırsatı bularak Kavur’un dünyasına dahil olmaya çalıştım. Keyifli ve ilham veren okumalar.

firat-ozeler
Fırat Özeler | Fotoğraf: Fırat Özeler

Dolu dolu ve son derece geniş kapsamlı röportajımıza geçmeden önce dilerseniz bu yıl üzerine sıkça konuşacağımız Kavur’un yönetmeni olarak sizi tanıyalım.

Öncelikle çok teşekkür ederim övgünüz için. Ben Fırat, 28 yaşındayım ve Kavur ilk uzun metrajım. 

Kavur, festival yolculuğuna bu yılın başlarında 52. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nin restore edilmiş klasikler, film kültürü belgeselleri ve arşiv keşiflerine yer veren “Cinema Regained” programı kapsamında dünya prömiyerini yaparak başladı. Kavur’un Rotterdam seçkisine seçilme süreci nasıl işledi? İhtimalleriniz arasında var mıydı yoka sürpriz mi oldu?

Evet, aslında prömiyeri gerçekleştirmek istediğimiz 2-3 festivalden biriydi IFFR. Başvuruyu hazırlıyorduk ancak onlar bizden önce davranıp filmi davet ettiler. Cinema Regained bölümüne de çok fazla uyacağını düşünerek bu daveti kabul ettik.

kavur-afis
Kavur (Afiş) | Fotoğraf: Fırat Özeler

Gelelim Kavur’un ilk filizlendiği ana. Belgeselinizin macerası ne zaman ve nasıl başladı? Ve tabii neden Ömer Kavur?

Ömer Kavur çok uzun yıllardır ilgi duyduğum bir yönetmendi ve her zaman aslında ne kadar iyi bir insan olduğunu düşünür dururdum. Bir noktada, kişiliğinin ne kadar katmanlı ve anlatılmaya değer olduğunu da fark etmemle aslında belgeselin ilk tohumunu atmış oldum. 2019 yılının ortalarında ilk araştırmalara başladım, daha sonra ekibimiz genişleye genişleye bu günlere geldik.

Bir yönetmen için filminin en nitelikli üretim koşullarında ortaya çıkması için fonlar çok kıymetli. Özellikle ekonomik şartların sinemacıları bu denli zorladığı Türkiye gibi ülkelerde. Zorluklar ayrıca bununla da sınırlı değil. Kısa film ve belgesel türlerinde sinemacılar açısından fon bulmak uzun metraja nazaran daha çetrefilli bir süreç. Kavur ise T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı destekli. Fon bulma süreci nasıl ilerledi?

Türkiye film fonlamak için kesinlikle zor şartlara sahip bir ülke. Hem kaynakların yetersizliği hem mevcut ekonomik koşullar film yapmayı gitgide daha zor ve çetrefilli bir hale getiriyor. Sanırım Kavur’da biraz şanslıydık. Birçok kurumun dahil olmak istediği ve katkı sunduğu bir proje oldu Kavur. Bazen daha alternatif yollar aradık, bazen bilindik formüllere başvurduk. Ama önünde sonunda birçok paydaşla projeyi tamamladık.

Belgeselin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Araştırmaların başlamasından filmin tamamlanmasına kadar tüm süreç 3,5 yıllık bir zaman aldı.

kavur-1
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Özellikle araştırma ve arşiv tarama süreçleri, belgesel film projelerinde titizlikle hareket edilmesi gereken adımlarından biri. Özellikle tarihte iz bırakmış kişilere yönelik çekilebilecek nitelikli bir belgeselin önünde adeta derya deniz bir arşiv imkânı da olabiliyor. Bu noktada Ömer Kavur’un hayatını araştırma süreci nasıl ilerledi? Bu süre boyunca bir yandan Ömer Kavur’un daha önce hiçbir yerde gösterilmemiş ve aslında kimsenin de haberdar olmadığı iki kısa filmini bulup dijitalize ettirdiniz. Sizden bir de sürecin araştırmacılık yönü ve bu kısa filmleri dinleyelim.

Türkiye’de arşivler düzenli ve koruma altında olmadığı için araştırmalar maalesef çok zor ilerliyor. Biz de bu zorluklarla sert şekilde yüzleştik. Bir noktada tamamen kişisel arşivler üzerinden gitmeye karar verdik ve aslında tek tek Ömer Bey’in hayatına girmiş, çıkmış herkesle iletişime geçmeye çalıştık. Çok uzun, yorucu fakat çok da keyifli bir süreçti. Zaten bir an gelip bir şeylere ulaştığınızda gerisi de daha kolay şekilde geliyor. Filmlerin bulunma hikâyesini detaylı anlatmayayım, filmde var ve spoiler olmasın… Ama yıllarca bekledikleri bir kutunun içinden çıktıkları andaki hissettiklerimi anlatamam. Çekilmelerinden 52 yıl sonra belki de ilk kez gün ışığına çıkmış oldular.

kavur-3
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Evet, artık belgeselin içeriğine dair konuşma vaktimiz geldi sanırım. Belgeseliniz kendine özgü üslubu sayesinde Türk sinemasında her daim özel bir yerde duran Ömer Kavur’un portresini çiziyor adeta. Fakat bunu da belgesel türünün alıştığımız kalıplarının dışında bir anlatımla gerçekleştiriyor. Özellikle daha önce belgesel çekmemiş bir yönetmen olarak bu tercihinizin ortaya çıkardığı riskleri nasıl aştınız? Belgeselin anlatım dilini nasıl inşa ettiniz?

Bu soru için çok teşekkür ederim çünkü aslında birçok kez cesaretimin kırıldığı anlar oldu. Bu hikâyeyi bu şekilde anlatmanın altından kalkamayacağım bir şey olduğunu da birçok kez düşündüm. Ancak böyle anlarda sığındığım tek bir fikir oldu aslında: Ömer Kavur filmi gibi bir Ömer Kavur belgeseli yapmak istiyordum. Filmdeki tüm anlatı da bu motto üzerine kuruldu. Evet, hep bir belgesel yaptığımın farkındaydım; ancak bir yandan da filmin bir kurmaca tarafı var ve o tarafı besleyebilmek için hep Kavur’un filmlerini referans aldık.

Belgeselde de gördüğümüz üzere Ömer Kavur’un yaşamının sürekli bir devinim halinde olduğuna şahit oluyoruz. Bunda en önemli faktör hiç kuşku yok ki çok farklı şehirlerde geçen hayatı, buradaki tecrübeleri ve en önemlisi de yalnızlığı. Onun melankoliyle kuşatılmış ve yontulan bu benliği, belgeselin yapım sürecinde sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı?

Aslında yapım sürecinden ziyade, ben genel olarak hatta çoğu zaman onun gibi hissettiğim için bu belgeseli yapmak istedim. Bu yüzden her zaman en büyük önceliğim bir duygu ortaklığı yaratmaktı. Kavur ile kurduğum duygu ortaklığına seyirciyi de dahil edebilmek için çok uğraştım. Bu bir noktada çok tehlikeli olabiliyor çünkü duygu sömürüsüne kayabiliyorsunuz, sınırı aşabiliyorsunuz. İşte bunların olmaması için de aslında onunla kurduğum bağı bir noktada baltalamam da gerekiyordu. Yani bir yandan onu çok seviyordum, onun gibi hissediyordum; ancak bir yandan da (filmi yaparken) onu bu kadar sevmemem gerektiğinin de farkındaydım. Şimdi dönüp baktığımda bu sınırı koruyabildiğimi düşünüyorum ancak umarım seyirci de aynısını düşünür.

kavur-2
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Belgeselde sesiyle yolculuğa çıkan bir genç kadının Ömer Kavur’la ortak paydada buluşan hayali diyaloğu, kurgusal ve gerçek olan arasındaki sınırları da ortadan kaldırıyor. Bu noktada bizzat kendini görmediğimiz Kavur’un, kadının sesiyle ortaya saçılan varoluşsal soru(n)ları, düşünceleri ve şüphelerinin toplamı olan portresi, kendi adıma en etkilendiğim noktaydı. Adeta rüya ve hülyanın maddesel bir karşılığı olan belgeselin kendisini Kavur’un kendi kişiliğini de düşündürdüğümüzde eşleştirmemiz mümkün mü?

Bu benim de çok kafamı karıştıran bir konu. Bir önceki soruda da tartıştığımız şeyle de bağlantılı aslında. Kavur ile korumam gereken bir mesafe var çünkü eğer korumazsam belgesel “iyi insan pornosu”na dönmüş olacak. Çünkü Kavur gerçekten iyi bir insan, bunu inkâr edemem. Peki o zaman ne yapacağız? Bu insanın hiç mi firesi yok? Hataları, yanlışları, eksiklikleri… Var elbette. Sadece bulması daha zor ve ilk akla gelen cevapla cevaplanamayacak sorular gerektiriyor. Bu yüzden ben filmin bunları cevaplamaya çalışma çabasının ve cevaplama yöntemlerinin eleştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Örneğin Rotterdam’da bazı izleyiciler filmin samimiyetini itici bulduklarını söylemişlerdi. Bu söylemeye çalıştığım şeyin somut bir örneği mesela. Kavur tarafında ise örneğin onu iyi bir insan yapan fakat belki de onun yalnız kalmasına neden olan özellikleri bazı izleyiciler tarafından yanlış bulunabilir. “Ben olsam böyle yapmam” diyebilir mesela kimi izleyici. Dolayısıyla tüm bu rüya halinin ne filmi ne de Kavur’un kendisini eleştirilemez yapmadığını düşünüyorum.

kavur-6
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Genellikle yolculuk temasını işlediği filmlerinde soyut kavramları metaforik ögeler kullanarak peliküle yansıtan Ömer Kavur’u belgeselde de farklı zaman ve mekânlara uğrayan bir yolculuk hikâyesiyle aktarıyorsunuz. Bu tercihle birlikte eğitim gördüğü Paris, bir süre kaldığı Hamburg ve geri döndüğü İstanbul’u görüyoruz. Onun bu yolculuğu, belgeselin yaratım sürecinde size nasıl ilham kaynağı oldu?

Kavur’un filmlerinin hiçbiri hayatından azade değil. Gerçekten kendisi ne yaşadıysa, filmlerindeki karakterler de onu yaşıyor. Ve en temel ortaklık noktası da “yolculuk”. Daha önce de demiştim ya, “Kavur filmi gibi bir Kavur belgeseli…” Belgesel onun filmlerine, filmleri de onun kendi kişiliğine göbekten bağlı.

Kavur’un yalnızlığı, arayışı, bunalımı, hayalleri ve her şeye karşı sorgulamasını estetik açıdan göze hitap eden görüntüler ve son derece edebî bir yol izleyerek ele almışsınız. Bu tercih ise roman tadındaki hacimli anlatımı usul usul seyirciye zerk edip bir dinginliğin içine hapsediyor adeta. Bunu da titiz bir senaryo yazımıyla başardığınız açıkça görülüyor. Senaryonun üretim aşamasında topladığınız yazılı materyallerin kurgulanması ve sizin de estetik bir bakış açısıyla eklediğiniz bölümler nasıl bir araya geldi?

Tamamen iki ayrı metin ve iki ayrı süreçti. Kavur’un metnini onun kendi cümlelerinden derledim. 30 yıl boyunca gazetelerde ve dergilerde verdiği tüm röportajları derledim. Ve onlardan eleye eleye, sanki hayali bir günlük oluşturmaya çabaladım. Tamamen Kavur’un kendi cümlelerinden oluşan ancak hayali bir günlük. Asıl uzun süren süreç buydu aslında. Çok zor bir çalışma süreciydi. Hem gerçeği manipüle etmeden ve bozmadan aktarmaya çalışmak hem de bir dramatik yapı kurmaya çalışmak gerçekten yorucuydu. Kadın karakterin senaryosu ise tamamen kurmaca. Görece daha kolay bir süreçti o, oradaki sıkıntı ise kadının Kavur’la ortaklaştığı ve diyaloğa girdiği yerleri doğru belirleyebilmekti. Umarım başarmışımdır.

kavur-5
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Ömer Kavur ne yapmak istediğini çok iyi bilen ve kararlı bir kişiliğe sahip olmasının yanı sıra aynı zamanda yalnız, kırılgan, melankolik ve kendi benliğinin sınırları içinde kaybolan da biri. Belgeselin bu yönüyle psikolojik ve ruhsal açıdan olan doygunluğu, tek bir saniyesi dahi boşa harcanmamış bir çalışma ortaya çıkarmış. Hikâyenin akışı baştan belli miydi yoksa arşivle mi şekillendi?

Aslında her şeyle şekillendi. Az önce bahsettiğim iki metin de -hem kadının hem de Kavur’un- sürekli değişime uğradı. Çekimler devam ederken, ben bir yandan metinleri yazıyordum. Arşiv çalışması bir yandan devam ediyordu, bulunan her yeni materyal hem çekimleri hem de metinleri değiştiriyordu. Metinler değişince çekimler de yeniden şekilleniyordu. Aynı şey kurgu sürecinde de devam etti. Kurgu ilerledikçe metinler sürekli revize oldu, metinler revize oldukça kurgu değişti. Bazen hiç bitmeyecek ve sonsuza kadar revize etmeye devam edeceğiz diye düşünürdüm.

Belgeselde toplam dört bölüm mevcut. İlk bölüm “İnsanın sevdiği bir ev olunca, kendine mahsus bir hayatı da olur”, ikinci bölüm “Elbet bizden mutlu memleketler ve vatandaşları vardır”, üçüncü bölüm “Burada çok basit şeylerin güzelliği vardı” ve son bölüm de “Bu kadar yaşanmış şeyin burada toplanması, yaşananı unutturacak kadar kuvvetli bir şeydir” cümlelerinin ekranda belirmesiyle açılıyor. Bu bölümlemeler bir bakıma belgeselde anlatmak istediğinizin de dağınık olmasını önlüyor. Bu durum belgeselin anlatımında özellikle mi istediğiniz bir tercihti?

Bu epigraflar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’undan. Hayranlık duyduğum ve hayatımda çok önemli bir yere koyduğum bir kitaptır. Hatta tamamen kişisel olarak diyebilirim ki, sanırım ömrümün sonuna kadar Huzur’dan daha yüce bir romanla karşılaşmayacağım. Ben aslında Kavur’u da inanılmaz derecede Huzur’un Mümtaz ve Suat’ının bir karışımına benzetiyorum. Mümtaz’ın arada kalmışlığı, benliğine dair arayışı, Suat’ın hayata karşı öfkesi ve kendi seçmiş olduğu yalnızlığı… Belgeseli yaparken de bu benzerlikler hiç aklımdan çıkmadı. Sanki Kavur’un hikâyesi Huzur’dan hiçbir zaman ayrı olamayacakmış gibi hissettim. Belgeselin kendi akışı zaten en başından beri epizodikti, bu epigrafların filmin hikayesine de ne kadar uygun olduğunu düşününce bölüm başlarına yazmadan edemedim.

kavur-7
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Gelelim belgesele sesleriyle adeta bir kişilik kazandıran isimlere. Dış sesin ünlü isimlere sahip olması riskli de bir tercih esasında belgeselin anlatmak istediğinin önüne geçmesi düşünüldüğünde. Fakat Kavur’da böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. Bu da anlatımın güçlü olmasından kaynaklanıyor hiç kuşku yok ki. Cem Yılmaz, Funda Eryiğit ve Tilbe Saran ile yollarınız nasıl kesişti? Kendileriyle süreci nasıl yürüttünüz?

Üç isim de hem sanatlarını hem kişiliklerini hem de ülke sinemasına bakış açılarını çok sevdiğim isimler. Bütün bu yönlerini düşününce kendileriyle çalışmak bizim için hem en doğru tercih hem de büyük bir şanstı. Seslendirmeden ziyade, kurmaca bir filmin oyuncuları olarak düşünerek hareket ettik aslında. Çünkü filmdeki tüm seslendirmeler bir belgesel anlatısından ziyade, kurmaca bir performans aslında. Bu yüzden de bahsettiğiniz risklerin bertaraf edildiğini düşünüyorum.

Kavur’u çekmeden önce ve çektikten sonra Ömer Kavur’u algılama biçiminiz ve bakış açınız nasıl bir değişim gösterdi?

Bu mesele bana ilginç geliyor, belgeseli çekmeden önce çok daha tek boyutlu bir kişiliği vardı Kavur’un gözümde. Varmış yani, çektikten sonra anladım. Film bittiğinde Kavur; zaaflarıyla, naifliğiyle, bazen yanlış düşünceleriyle bazense mesela olağanüstü bir dürüstlükle, gerçek bir insan olarak karşımda duruyordu sanki. Ete kemiğe bürünmüştü.

kavur-4
Kavur | Fotoğraf: Fırat Özeler

Belgeselin anlatısını ve stilini üst noktaya unsurlardan biri de ses dizaynı. Yalın Özgencil ve Taylan Geçit’i anlatımın ritmine göre düzenledikleri ses için nasıl çalışma gerçekleştirdiniz? Bu süreçte sizin yönlendirmeniz oldu mu?

Tek kelimeyle mükemmel bir süreçti filmin ses tasarımı. Çok şey öğrendiğimi düşünüyorum Yalın ve Taylan’dan. Karşılıklı olarak bir beyin fırtınasıydı aslında tasarım süreci. Filmin ruhunu bu kadar iyi anlamış oldukları için minnettarım onlara. Bu arada Utku (Gürler)’nun da adını anmadan geçemeyeceğim, o da filmin final mixini yaptı ve zaten çoğunlukla hep bir arada çalıştık.

Ülkemizdeki film festivallerinin uzun metraj, kısa metraj ve belgesel sinemaya dair yaklaşımını nasıl değerlendirirsiniz? Birçok festival özellikle son yıllarda yarışma kategorisine kısa ve belgesel kategorilerini de eklemeye başladı. Nitekim belgesel sinema ve bu türdeki anlatılar da daha da farklılaşıyor.

Hâlâ özellikle belgeselin festivallerde yeterince temsil edilmediğini ve hakkının verilmediğini düşünüyorum. Örneğin neden festivallerin kurmaca yarışmalarındaki ödül kategorileri belgesel için geçerli değil? Yani neden bir belgeselin müziği, kurgusu, yönetmenliği, sinematografisi değerlendirme dışı bırakılıyor? Birçok belgeselin en az yarışmalardaki kurmacalar kadar müzik, kurgu işçiliği var örneğin. Bu bana çok yanlış ve üzücü geliyor. Bunun değişmesi gerekiyor kesinlikle. Yurt dışındaki festivaller gibi, belgesel ve kurmaca ayrımının kalkması ve daha hibrit bir kategorilendirme yapmak şart festivallerde. Belgeseller de sinema filmidir sonuç olarak, değil mi?

Daha önce çektiğiniz “Ziyafet” ve “Hatırlamadığım Şeyler” isimli iki kısa metrajınız mevcut. Bu iki kısa metrajın ardından belgesel çekmek nasıl bir tecrübe oldu? “Şunu daha iyi yapabilirdim” dediğiniz oldu mu veya neleri yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?

Aslında her filmimden sonra “Şunu daha iyi yapabilirdim?” dediğim onlarca şey oluyor. Ve hep olacak. Ben kendi filmlerimle sonrasında çok barışamıyorum. Kusursuz bir film olamayacağı gibi, daha iyi yapabileceğimiz ve öğreneceğimiz şeylerin de sonu yok. Şimdi keşke daha iyi yapsaydım dediğim şeyleri saymaya başlarsam tamamen bambaşka bir filmden konuşmamız gerekir ki hiç girmeyelim.

Rotterdam’da dünya, İstanbul’da ise Türkiye prömiyerini gerçekleştiren Kavur’un bundan sonraki yolculuğu nasıl olacak? Festival macerasının ardından daha geniş bir kitleye ulaşması bakımından belgeselin bir dijital platformda yayınlanmasını düşünüyor musunuz?

Şu an bunun planlamasını yapıyoruz. En kısa zamanda süreç netleşecek, mecrası ne olursa olsun tek amacımız filmin ve Kavur’un olabildiğince fazla insana ulaşması.

Röportajımızın sonlarına doğru biraz daha kişisel bir soru sormak isterim. Sinema; yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?

Benim için açmıyor diyebilirim. Biraz karamsarım bu konuda. Sinemanın değiştirici gücüne inansam da film yapmak, dağıtmak, filmi izlenebilir kılmak günümüz koşullarında o kadar zor ki… Bir filmin aydınlığa açacağı alan günümüz sinema sektörü tarafından oldukça kısıtlanmış durumda. Ve ayrıca “Bir filmden ne beklemeliyiz?” sorusu da çok kafamı kurcalıyor. Belki de hiçbir şey. Bu kesinlikle kötü bir şey değil bu arada, ben tamamen beklentisiz bir film yapabilmenin ve tamamen beklentisizce filmler izlemenin hayalini kuruyorum sanırım ve bunun şu an sahip olmadığımız büyük bir lüks olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum… Zor bir soru gerçekten bu, üzerine çok düşünmek lazım.

Röportajımızı gelecek projelerinizi konuşarak noktalayalım dilerseniz. Planınızda kısa, belgesel ya da uzun metraj projeleriniz mevcut mu?

Şu an sanırım bir süre dinlenmek istiyorum. Ancak evet, yeni bir uzun metraj kurmaca üzerine çalışmaya da başladım şu sıralar.

Kapak Fotoğrafı: Fırat Özeler

İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten İstanbul’a Davet Eden Filmler