İlk yorumu siz yazın!
Tiyatrodan Sinemaya: Sansürsüz Bir Oyun ve Asi Bir Prenses
Eylül ile birlikte sanatın tatili bitiyor, şimdi vuslat zamanı…Sergiden bienale tiyatrodan filmlere kadar kültür ve sanat etkinlikleri açısından verimli bir kış dönemi geçireceğimiz şimdiden belli oldu. Ancak bunların hepsine yetişmek mümkün değil. En azından benim için öyle… Bu sefer rotamı sahne sanatlarına ve vizyondaki filmlere çevirdim.
Sansürsüz Bir Oyun: Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi
Boğazlarından bıçaklanırlar, kafalarına sıkılmış tek kurşun ile bir yolun kenarında bulunurlar. Sonra sabah uyanırız ‘İstanbulda travesti cinayeti’ başlıklarıyla bir sürü haber görürüz. Ama zannetmeyin ki dramatik bir dille ölüm haberleri verilmiş aksine nefret, aşağılama, yok sayma ile dolu bir sürü cümle…
Altıdan Sonra Tiyatro yapımı, sansürsüz bir trans öyküsü… Sumru Yavrucuk’un, transseksüel Umut’u canlandırdığı kendi yönettiği tek kişilik oyunu “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” Kumbaracı50’de seyirciyle buluşuyor. Oyuncunun makyajıyla, peruğuyla Umut oluşunu, içinden bambaşka bir ses, bambaşka bir yürüyüş ve bakış çıkarışını izledim… Yavrucuk, bir yılda binlerce transseksüelin öldürüldüğü bir ülkede yanlış bedende doğmanın ne demek olduğunu çok çarpıcı bir şekilde izleyiciye gösteriyor.
Seyirciyi hiçbir dış etmenden etkilenmeden kendi dünyasına davet ettiği bir oyun. Gittikçe açılarak, doğaçlamalar yaparak devam ediyor. Umut kendi hikayesini anlatıyor. Kendi hislerini, eğlencesini, çok acıklı durumlarını, aşkını, evden ayrılışını, şiddeti, bu işi nasıl yaptıklarını, maruz kaldığı durumları… Eğlenceyi bile o kadar dramatik bir şekilde anlatıyor ki… Yalnız, tek başına, her an bir yerde ölüp gidecek gibi, bu hayatın ağırlığından ve şiddetinden kurtulmak için kendilerine, arkadaşlarına eğlence yaratıyorlar.
Evet. Yapayalnızlar. Ben oyundaki bir anlatımdan o kadar etkilendim ki, o kadar vurucuydu ki: “Annen yok, baban yok, kardeşlerin yok, kadın değilsin, kocan yok, erkek değilsin, karın yok. Sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi.” Bu büyük bir yalnızlık… İzleyiciler burada tanık oldukları şeylerden etkilenip oyun bitiminde farkındalıkları artmış bir şekilde çıkıyorlar.
Sumru Yavrucuk oyundaki fiziksel görünüşüyle de çok çarpıcıydı. Keskin bir kaş, büyük göğüsler, takma dişler, platine yakın sarı uzun saçlar, sigarayı tutuşu, kalın sesi…Sumru Yavrucuk bütün egolarından sıyrılıp adeta kendini rolüne adamış. Zaten bu oyunda gösterdiği muhteşem performansı ona birçok -yılın en başarılı kadın oyuncusu- ödül kazandırmış. Gerektiği yerde küfür etmiş gerektiği yerde insanların yüreğine dokunmuş… Yavrucuk; vücut diline hakimiyetinden tutun da, çoğu oyuncunun özgüveninin yetmeyeceği sahneleri canlandırmasına varıncaya kadar sadece 1 saat kaldığı sahnede herkesi kendine hayran bırakıyor. Kısacası, Sumru Yavrucuk, anlatımıyla eğlenceli gözükse de acıtıcı olan bir metinden bir şov çıkarmış.
Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi‘yi 18 Ekim-02 Kasım tarihleri arasında Kumbaracı50‘de izleyebilirsiniz.
Kumbaracı50 Adres: Kumbaracı Yokuşu No:50 Kat:2 Beyoğlu / İstanbul – 0212 243 50 51
Asi Prenses: “Diana”
Yalnızca yazarlar, müzisyenler, yönetmenler değil; bütün kadınlar onu örnek aldı. Saçlar onunkisi gibi kestirilip boyatıldı, elbiselerinin kalıpları çıkartılıp aynıları diktirildi. Lady Diana tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir ikondu. Hala aydınlanamayan o trafik kazasında hayatını kaybettiğinden bu yana kitaplardan şarkılara, tişörtlerden kahve kupalarına kadar pek çok şeyin konusu oldu. Galler Prensesi Lady Diana’nın hayatını anlatan film bu ay vizyona girdi. Oscar adayı ‘Downfall (Çöküş)’ ten (2004) hatırladığımız yönetmen Oliver Hirschbiegel’in son filminde Lady Diana’yı İngiliz oyuncu Naomi Watts canlandırıyor.
Prens Charles ile evlendikten sonra tozlu monarşinin ‘taze gelini’ bu vakitten sonra saçı başı, eteği ceketi, hamile hali, çocukları William ve Harry ile verdiği pozları, mavi mayosu, inci küpeleri, soğuk ama içten tavırlarıyla popüler kültür figürüne dönüşüyor. Ancak Prens Charles, aşk yaşamıyla her zaman medyanın gündeminde olan biri. Prenses bütün bunları görmezden geliyor. Zaten kocasıyla vakit geçirmekten de pek hoşlanmayan bir insan. Ne kadar hoşlanmadığını söylese de Diana filmde de yansıtılmaya çalışıldığı gibi hassas bir kadın. Bütün bu dertlerinden dolayı kilo veriyor ardından da blumia hastalığına yakalanıyor. En son aşama olarak da kesici aletler ile kendine zarar veriyor. Sonunda evliliğinin yürümeyeceğini anlayınca saraydan ayrılıyor. Prens Charles buna karşı çıkmıyor çünkü gençlik yıllarından beri Cornwall Düşesi Camilla’yı seviyor. Filmde de bu noktaya çok çarpıcı bir şekilde vurgu yapılmış. Diana’nın BBC’ye verdiği bir röportajda Camilla’yı kastedip ‘Bu evlilikte biz üç kişiydik, yani biraz kalabalıktık.’ sözü filmde bir sahne olarak kullanılmış. Boşandıktan sonra da gerçek aşkı bulmak isteyen Diana’nın, önce kalp cerrahı Hasnat Khan ile ilişkisi ardından da Mısırlı yapımcı ve işadamı Dodi Al Fayed ile yaşadığı ilişki filmde karşımıza çıkıyor.
Prenses Diana monarşinin tüm o şaşaalı geleneklerini pek de umursamaması, hatta bunlarla medya yolu ile dalga geçmesi, canının istemediği bir şeyi sırf saray kuralları gerektiriyor diye yerine getirmemesiyle, kasıntı saray halkına rağmen kendine basit bir yaşam alanı yaratmasıyla tam bir ‘asi prenses’ti. Aşık oldu, saklamadı, gezdi, tozdu, mavi mayosu ve yeni sevgilisiyle Akdeniz’in tuzlu sularında yüzdü, güneşinde bronzlaştı, sarıldı, ağladı. 31 Ağustos 1997’de Paris’te paparazziler tarafından kovalanırken geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Tabi bunun gerçekten bir trafik kazası olmadığını herkes biliyor.
Prenses Diana yiyip-içtiğinden, giydiklerine, yaptıklarına kadar gerçek bir popüler kültür ikonuydu. Şimdi sıra oğullarında.
Bravo Serra, cok guzel bir yazi. Oyunun verdigi subliminal mesaji cok iyi aktarmissin. Tebrik ederim.