Kitap: Ayfer Tunç'tan Memleket Hikâyeleri
Ayfer Tunç, Türk Edebiyatı’nın öykü ve roman türünde eser veren en önemli yazarlarından. Yazarlık serüvenine ilk öykü kitabı “Saklı” (1989) ile başlamış olan yazarın son kitabı “Memleket Hikâyeleri” (2012). Bu kitap, Ayfer Tunç’un her yeni kitabını dört gözle bekleyen okurlarının beğenisini karşılıyor.
Ayfer Tunç aslında Can Yayınları’nın yazarı. Fakat kendisine İletişim Yayınları’nın Memleket Kitapları dizisi için bir kitap yazması teklifi geldiğinde bu teklifi geri çevirmiyor ve İletişim Yayınları’na konuk oluyor. İşte “Memleket Hikâyeleri” kitabı böyle ortaya çıkıyor. Refik Halit Karay’ın 1919’da yayınlanan “Memleket Hikâyeleri” isimli kitabına da gönderme yapan kitap üç bölümden oluşuyor.
Kitabın “Memleket Yazıları” olarak adlandırılan ilk bölümünde daha çok deneme, anı ve öykü türleri arasında bir tada yakın olan yazılar yer alıyor. Taşra, memleket, millet ve son olarak İstanbul (güzelleme ve ağıt) üzerinden memleket meselelerine toplum olarak nasıl baktığımız anlatılıyor. Kitabın ikinci kısa bölümü olan “Fotoğraflar Anlatıyor“da ise fotoğraflar eşliğinde Bıçakçı Gümüş Ahmet’in hikâyesi anlatılıyor. “Büyük paralar harcayarak şahsi bandosunu kurmuş bir adam olması, elli yıldan fazla bir süre boyunca bando ve klasik batı müziği aşkından vazgeçmemesi onu hikâyenin kahramanı yapıyor.” (s.44) Yazarın eline geçen fotoğraflardaki detaylardan da faydalanarak Gümüş Ahmet anlatılıyor.
Öyküler: Kitabın En Kapsamlı Bölümü
Kitabın son ve en kapsamlı bölümünde otuz öykü yer alıyor. Bu bölümün başlığı “Memleket Hikâyeleri“. Öykülerde, dışlanma, toplumsal aksaklıklara tepkisiz kalma işleniyor ve bu meseleler farklı kökenlerden gelen yurttaşlardan başlanarak köy ahalisine, komşulara, ailelere yani “evlere” indirgeniyor ve en küçük topluluğun içerisinde bile bir başkasının ötekileştirildiğine ilişkin örnekler yer alıyor. Farklı kökenlerden gelen yurttaşlar, şarkıcı baba, şarkıcı babanın kızı, Alman gelin, Japon turist, Doktor ve ailesi, Batılılık-Doğululuk meselesi arasında sıkışmış insanlar, Erzurum’a giden otobüs yolcusu gibi farklı olduğu düşünülen bireylerin toplumda algılanma biçimi; çoğunluktan farklı olanların ötekileştirilmesi ve sürü psikolojisi ile bunun güçlendirilebilmesi ihtimâli…
İlk öykülerde, herkesin kökeni araştırıldığında her bireyin kökeninde farklı unsurların çıkabileceğinin vurgusu var. “Cangülüm” isimli öyküde unutulmaya yüz tutmuş bir ritüel: Ermeni Niyet/Cangülüm Bayramı; “Çarpı işaretini öğrenmenin yarattığı kalp ağrısı” isimli öyküde mezhep çatışmasının bir çocuğun hayatına yansıması; “Bu memlekette köken meselesi her zaman karışıktır” isimli öyküde bir kız isteme akşamında Abhaz babaannenin torununun evlenmek istediği kız hakkında Abhazca söylediklerinin kızın amcasının karısı Ayten Yenge tarafından anlaşılması ve durumun nasıl idare edildiği; “Trençkot” isimli öyküde farklı toplumsal sınıflardaki çocukların birbirlerine bakışı; “Todi musikisi” isimli öyküde meyhanelerde çalınan müziğin klasik Türk müziğinden farkı; “Bir intihar” isimli öyküde ailelerin çocuklarına bakışlarının bazen öldükten sonra bile değişmeyeceği; “Garaz” isimli öyküde kitap okumayı hiç sevmeyen Meriç’in yarıyıl tatilinde okumak üzere komşusundan ödünç aldığı kitaba bağlanması ve sonrası; “Ece’nin kadınlar hamamı cefaları” isimli öyküde birbirinden ilginç hamam hikâyeleri ile Türk filmlerinde hiç rastlanmayan fakat en gerçek hamam sahnesi: yaşlı ve şişman teyzelerin çırılçıplak keselenmesi; “Hay makarimasu!” isimli öyküde Kore, Çin ve Japonya’dan gelenlerin hepsinin aynı millet olarak algılanması, onlara “çang çing çong” şeklinde seslenilmesi; “Siz Batılılar” isimli öyküde Batılılık ve Doğululuk kavramlarının iki üniversite öğrencisi için anlamı; “Bir otobüs yolculuğu” isimli öyküde asteğmen eşinin yaralandığı hastahaneye yetişmek zorunda olan kadına Erzurum’a gitmekte olan otobüs müavini ve yolcularının yaklaşımı anlatılıyor. Sanki bir projeksiyon yardımı ile her bir insanın çevresindekilerin hayatından geçen anlar olduklarını fark ettirmeye yarıyor.
“Bir Alman gelinin karalahana çorbası karşısındaki tutumu” isimli öyküde Avrupalı gelinin bir köy evindeki tutumu şöyle anlatılıyor:
“Alman gelin karalahanadan bir kaşık alıyor, güçlükle yutuyor. Şu ağır kokusu olmasa belki birkaç kaşık yiyebilirdi ama mümkün değil. Gülümsüyor. Köylü kadının iyi niyetine, hiç mecbur olmadığı hâlde kurduğu sofraya minnettar. Ama Avrupalı o, yapmak istemediği bir şeyi yapmıyor. Karalahana çorbasını olduğu gibi bırakıyor. Çocuğun yaptığını yapıyor, mısır ekmeği ile yoğurt yiyor.” (s.160).
Fark Ettirmeden Farkındalıkları Arttırmak
Geçmişe özlem mi, yoksa olması gereken dünyaya ulaşmak mı? Ulaşmaktan bir yana, yaklaşamadığımızı bilmek… Ayfer Tunç öyküleri benim için akılda kalıcığı öykülerin en önemli örnekleri, bazı öykülerini sonradan tekrar tekrar okuduğum olur fakat bu kitaptaki öyküler, belki de benim de kafamı yorduğum konuları bir arada işlediği için canımı daha çok acıtıyor. Çevremdekilerde hatta kendi ailemde olan farklılıkları düşünüyorum. “Çarpı işaretini öğrenmenin yarattığı kalp ağrısı” isimli öyküde “Kapımıza kırmızı boyayla çarpı işareti çizdiklerinde ilkokul ikideydim” diyen gencin vardığı sonucu sanki kulaklarımla duyuyorum o an. Oysa, farklılıklarımız bizim en büyük değerlerimiz olmalı. “Aşk” isimli öykü, gerçek olup olmadığını sorguladığım ama yine de insanın tüylerini diken diken eden bir son ile cevaplanan, gerçek aşk var mı şeklindeki cevapsız sorusunu akla getiriyor.
Bireylerin farklılıklarının toplum tarafından algılanış biçimi, başka ülkelerde de Türkiye’deki gibi mi? Bir İngiliz postane görevlisi, karşısındakinin İngilizce kelimleri yanlış kullanmasına nasıl tahammül edemiyorsa ya da bir Norveçli İspanyollar’ın kendisine yaklaşımını fazla samimi buluyor ve soğukluğunun derecesini daha da artırıyorsa, bu ötekileştirmeyi Türk olmaktan çok insan olmaya indirgeyebilir miyiz?
“Bettina’nın mahalleyi galeyana getiren bikinisi” isimli öyküde Alman Bettina’nın bikinisiyle bahçede uyuyakalması sonrasında erkeklerin bahçeye dadanması… Aklıma yabancı misafirlerimin Türkiye’ye geldiklerinde erkeklerin yolda yürürken kadınlara bakış şekilleriyle ilgili soruları geliyor, din ile ilişkilendiriyorlar; oysa hayır! Ah, nasıl da zorlanıyorum açıklarken. Açıklamak isterken, olması gerekenin ne olduğundan çok bu duruma nasıl geldiğimizi açıklamaya çalışmak gerekiyor. İnsanlar arası iletişim farklılıklarının kişiden kişiye değişiminin çok az olmamasından örneğin.
Yazar; İstanbul, Adapazarı, Karasu, Erzurum, Karadeniz gibi yerlerde yaşanan ‘an’ları, o ‘an’lardan yola çıkarak fotoğraf hâline getiren öyküler yazmış. Hepimizin bir köşesinden kendimizle veya bir tanıdığımızla ilişkilendirebileceğimiz ‘an’lar, Ayfer Tunç’un Türk Edebiyatı’nda yakışan diliyle karşımızda… Farklılıklarımıza keyifle bakmamızı belki de bilinçaltımıza işleyecek, günümüz dünyasında ihtiyacımız olan bir edebiyat.
Kitaptan bir alıntıyla bitirelim:
“Çocukluğunda nefesini kesen o güzelliğin nasıl öldüğünü tahmin etmesi zor değil. İnsanoğlunun bu gezegenin cezası olduğuna inanılıyor. Bazen öyle tuhaf hikâyeler yazıyor. Dünya vaktiyle bir canlı yaratıkmış, büyük bir günah işlemiş, Tanrı da mahvetsin diye insanları yaratarak dünyayı cezalandırmış. Dünyayı hak etmeyen insanoğlunun güzelliğe düşman olduğunu düşünüyor. Dünya denen talihsiz gezegenin zebanisi insan, Karasu’da dünyanın en güzel parçalarından birini daha mahvetmiş, bir de seçim zamanı geldiğinde eseriyle övünüyor. Tanrı dünyayı insanlardan korumalıydı.” (“Maymun Çocuklar“, s. 216-217)
MEMLEKET HİKÂYELERİ
Ayfer Tunç
İletişim Yayınları
2012, 278 sayfa, 19 TL.
İlk yorumu siz yazın!