Yalnızlık ve Fedakârlık: Kopenhag'da Küçük Deniz Kızı'nın Hikayesi
Kopenhag’a ilk kez gittiğimde, Christmas öncesinin o büyüleyici atmosferiyle karşılaştım. Şehir, adeta bir masal kitabından fırlamış gibiydi. Bu, benim ilk solo yurtdışı seyahatimdi ve heyecanımı en çok tetikleyen şey, yalnız başıma yeni bir şehri keşfetmenin özgürlüğüydü. Soğuk havaya hazırlıksız olmama rağmen, daha fazla yer görmek için kararlıydım. Kopenhag’ın dar sokaklarında yürümek, şehri içime çekmek istiyordum...
Nyhavn’ın renkli evlerinin önünden geçerken, sokaklar birbirinden farklı kahve dükkanlarının kokusuyla doluydu. Her köşede bir kafede oturan insanlar, bir fincan sıcak çay veya kahve eşliğinde yaşamın tadını çıkarıyordu. O an, şehre adım attığımda hissettiğim o tarifsiz heyecanla karışık bir dinginlik içindeydim. Bir yandan her şey bana yeni, taze ve keşfedilmemiş bir dünya gibi görünürken, diğer yandan Kopenhag’ın sakinliği, içimi huzurla dolduruyordu.
Bir süre yürüdükten sonra, yolum Kopenhag’ın simgelerinden biri olan Küçük Deniz Kızı Heykeli’ne düştü. Heykelin bulunduğu alana yaklaşırken, kalbimde bir merak vardı. Fotoğraflarda görmüştüm ama ne kadar küçük olduğunu duyduğumda şaşırmıştım. Sonunda ona yaklaştığımda, gerçekten de düşündüğümden çok daha ufak olduğunu fark ettim. Küçük bir figür, kayalıkta oturuyordu ve dalgalar onun ayaklarının etrafında döngüler yaparak, denizle arasında derin bir bağ kuruyordu. Heykelin yüzündeki hüzünlü ifade, Kopenhag’ın soğuk rüzgârları arasında bir başka boyut kazanmış gibiydi. O anda, sadece heykeli değil, aynı zamanda onun ardında yatan hikâyeyi de içimde hissedebiliyordum.
Hans Christian Andersen’in masalından esinlenen bu figür, bir zamanlar denizin derinliklerinde mutlu bir hayat sürerken, insan dünyasına duyduğu özlemle büyük bir fedakârlık yapmıştı. Bir prense âşık olmuş ve onun dünyasında yaşayabilmek için sesini feda etmişti. Fakat ne yazık ki, aşkı karşılıksız kalmış, prens başkasına âşık olmuş ve deniz kızı, tüm o büyük fedakârlığının ardından sonsuza kadar deniz köpüğüne karışmaya mahkûm olmuştu.
Küçük Deniz Kızı, yıllardır o kayalıkta bekliyor. Zamanın getirdiği pişmanlıkları, bazen de belki de farklı olsaydı diye sorduğu soruları, bu kayalıklarda saklı. Onu izlerken, kendime sordum: Gerçekten bizim yaptığımız seçimler, fedakârlıklarımız ve yolculuklarımız, nihayetinde bizi mutlu sona ulaştırıyor mu? Yoksa bazen, tıpkı deniz kızı gibi, yalnızca bir kayalığın üzerinde bekleyip hayatı izlemekle mi yetiniyoruz?
O an, Küçük Deniz Kızı’nın ardındaki anlamı daha derinden hissettim. Hepimiz, bazen hayatın akışına kapılıp bir kayalıkta duruyor olabiliriz. Ama belki de bu duruş, en büyük öğrenişi sağlıyor. Yalnızca beklemek değil, aynı zamanda bu bekleyişin anlamını keşfetmek. Kopenhag rüzgârı, yüzüme çarparken, içimde bir melankoli ve aynı zamanda bir tatmin vardı. Şehirde geçirdiğim o kısa an, bana yalnızlıkla, fedakârlıkla ve kaderle ilgili derin bir içsel yolculuk yapmamı sağladı.
Şehri daha fazla keşfetmeye devam ettim. İskandinav tarzı dekorasyon mağazalarına göz attım, Christmas pazarlarının ışıkları arasında kayboldum. Ama Küçük Deniz Kızı, o günden beri zihnime kazınan en önemli şeydi. O heykel, yalnızca bir sanat eseri değil, bir hayat dersiydi. Bizi beklemek değil, yolumuza devam etmek öğretirdi.
Ve ben, o heykelin yanından ayrılırken, içinde bulunduğum o karanlık ve soğuk havada bir kayalıkta beklemeye değil, yoluma devam etmeye karar verdim. Her adımda, belki de farkında olmadan, kendi yolculuğumda yeni bir keşfe doğru ilerliyordum…
Kapak Fotoğrafı: Merve ULUDAĞ
İlginizi çekebilir: Ezgi Cenk’ten Kopenhag Notları: Solo Seyahatte Günlük Mücadeleler
İlk yorumu siz yazın!