Le Tableau: Fırça Darbeleriyle Kast Sistemi Eleştirisi
2012 tarihinde vizyona giren Le Tableau “Mutluluğa Boya Beni”, Fransa-Belçika ortak yapımı bir animasyon olarak karşımıza çıkıyor. Jean-François Laguionie’in yönetmenliğini yaptığı özgün mesajlar içeren bu animasyon filminden Le Point dergisi; “Yılın en yaratıcı ve şiirsel Fransız filmlerinden biri.” olarak bahsediyor. Film, ressamın çizmiş olduğu tablolar arasında geçiyor.
Bir ressamın aniden kaybolması ile animasyon başlıyor. Kendisinin çizmiş olduğu krallık tablosunda 3 farklı ayrım bulunması filmin ana konusunu oluşturuyor: Biri tamamen boyanmışlar, ikincisi yarım kalmışlar ve üçüncüsü tamamlanmamış olanlar. Birçok yönden inceleyebileceğimiz bu üç topluluktan çizimi tamamlanmış Toupinsler, Batı’yı; yarım çizilmiş Pafinisler, gelişmekte olanları; tamamlanmamış Reuflar ise 3. dünya ülkesi konumunda olan ülkeleri temsil ediyor. Ressam kaybolduktan sonra tamamen boyanmışlar (Batılı burjuvaziler) sarayda mutlak monarşiyi ilan ediyor. Tamamen boyanmışlar; yarımları ve tamamlanmamışları saraya sokmak istemiyor. Olaylar da burada gelişiyor zaten.
Fırça Darbeleriyle Kast Sistemi
Karakterlerimizden Lola, Ramon ve Plume; sorularına cevap bulmak için tablolar arası yolculuğa çıkıyorlar. Çıktıkları macera aynı olsa da hepsinin kendine göre ayrı sebebi var. Onları kimin ve neden çizdiğine dair soruları merak ediyorlar. Hepsinin ortak amacı ise ressamlarını bulup tabloda oluşan kast sistemini ortadan kaldırmak. Üç arkadaş, çıktıkları macerada farkında olmadan bulundukları tablodan başka bir tabloya geçiş yapıyor. Sosyal tabakalaşmanın olduğu bir tablodan çıkıp kendilerini başka bir tabloda savaşın ortasında buluyorlar. Bu tabloda kendi grubundan olmayanları düşman olarak görüp yok etmeye çalışan askerler var. Buradaki insanlar tablonun içinde olduklarının farkında bile değiller.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Lola, savaş tablosundan kaçtıktan sonra kendisini ressamın odasında, onunla beraber neden savaştıklarını bile bilmeyen asker Magenta ile aynı tabloda buluyor. İkilinin arasındaki diyalog çok dikkat çekiciydi.
M: ‘’Lola, ressamı görünce ona ne diyeceksin?‘’
L: “Ramon, bizi çizmeyi bitirmediğini söylüyor.’’
M: ‘’Ben neden savaşı resmettiğini soracağım. Keşke denizi çizseymiş hep deniz kıyısında oturmanın hayalini kurdum. Peki, sen ne soracaksın?’’
L: ‘’Ben mi? Henüz bilmiyorum bilmek istediğim bir sürü şey var. Neden bazen mutlu oluyoruz ve bazen de üzgün?’’
Konuşmalar üzerine ressamın odasında boya kutularına ve fırçalara denk geliyorlar. Tablolardaki eksikleri tamamlamak için durmaksızın çizmeye başlıyorlar. Artık sınıf farkı yok, her yer canlı canlı renklerle dolu, herkes barış içinde yaşamakta. Her şey yoluna girmişken Lola’nın ruhunda hâlâ eksik bir şey var. Anlam arayışını içinde susturamıyor. Soruların cevaplarını bulmak için ressamı bulmaya karar veriyor. Belki de cevaplardan çok sadece yola çıkmak istemiştir. Ruhunun sorularının peşine düşen Lola’nın arayışı devam ederken kendisi tablodan çıkıp ressamın evine doğru yola koyuluyor. İlk defa kendi olduğu dünyasından çıkıp dış dünya gerçekliğine geçiş yapıyor. Lola, ressamı odasında manzara resmi çizerken görüyor ve aklına gelen soruları sormaktan vazgeçiyor. Çünkü cevap zaten kendi içinde beliriyor. “Bir insan yaratmanın” ne kadar zor olduğunu ve yaradılışın getirdiği sonuçları gördüğü için ressamın tabloyu yarım bırakmasının ve artık manzara resimleri çizmek istemesinin sebebini anlıyor. Lola dayanamayıp ressama filmin en can alıcı sorusunu soruyor: “Seni kimin çizdiğini bilmek istiyorum.”. Lola’nın meraklı halleri ve hayatında aslında ne aradığını bilmeyen fakat bunu ısrarla sorgulayan ruhsal yolculuğu, varoluşa ve hakikate dair birçok sorgulama yaptırıyor insana.
Aslında hepimiz içinde bulunduğumuz tablonun ressamını aramıyor muyuz? Bazılarımız yarım kalmışlık, kimimiz kendini tam olmuş inancıyla kendi gibi olmayanları yargılayarak zamanını harcıyor. Bazılarımız ise sokak lambalarının sönmeye yüz tutmuş hali gibi kendine inancını bırakmış halde. Belki de her zaman bir umut gerekiyordur bir gün tamamlanabileceğimize dair… Hepimiz aynı tablonun içindeyiz. Köşklerde, sokaklarda, evlerde, saraylarda ya da hiçbir yerde… Ve unutma, hiçbirimiz emin olamayız hangimizin daha tam olduğundan. Çok sevdiğim yazar Tom Robbins’in Parfümün Dansı adlı kitabında geçen insana dair çok anlamlı bulduğum bir yeri paylaşmak isterim: “Doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş bizi; analar babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer. Sindirildiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız. Pancardan almamız gereken esas ders şudur: İnsan, yanağındaki ilahi renge, içindeki doğal pembeliğe sarılmalı yoksa kahverengiye dönüşür.” Pancar gibi kalabilmenin ümidiyle…
Kapak Fotoğrafı: GEBEKA Films
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Pixar Filmleri
İlk yorumu siz yazın!