Giallo-Polisiye: The Strange Color of Your Body's Tears
2009 yılındaki çıkış filmleri Amer’den sonra yeniden kamera arkasına geçen Hélène Cattet & Bruno Forzani ikilisinin son filmleri L’étrange couleur des larmes de ton corps / The Strange Color of Your Body’s Tears; kaybolan karısını arayan bir adamın hikayesi üzerinden psikanalizlerle seksin evrensel tanımlamarına doğru yol alan baş döndürücü bir deneyim. Seyirciyi oldukça zor bir bulmacanın orta yerine bırakırken olağanüstü teknik meziyetleri ile birlikte son yılların en provokatif filmlerinden biri olarak dikkat çekiyor.
L’étrange couleur des larmes de ton corps için söylenecek ilk şey belki de oldukça ilginç bir film olduğudur. !f Bağımsız Filmler Festivali sırasında izleme fırsatı bulduğumuz filmin gösterimi, pek çok Ankaralı festival seyircisinin daha yarısına gelmeden salondan koşarak kaçmasına sebep olmuştu. Kulakları sağır edecek ses tasarımı ve oldukça tahrik edici şiddet-seks sahneleriyle klasik hikaye anlatımlarını reddederek tamamen görsel bir atmosfer ile derdini anlatma çabasında olan bir film var karşımızda. İlk filmleri Amer‘de de yine oldukça yenilikçi bir tarz ile kendilerine özgü bir sinema dili yaratan Hélène Cattet & Bruno Forzani ikilisi, bu sefer daha da uç noktalara giderek lineer anlatıyı tamamen terk ediyor. Sürrealizmin doruklarına çıkarak 20. yüzyıl giallo janrının ruhunu da yanında taşıyor. Uzun süresi ve provokatif yapısını düşünürsek her seyircinin tercih edeceği bir iş olmadığını önceden belirtmek gerek. Fakat erotik-gerilim-polisiye tarzını sevenler ve perdede izlediği filmden görsel ve işitsel açıdan bir şeyler bekleyenler için film bulunması zor bir nimet niteliği taşıyor.
Her ne kadar daha çok biçimsel olarak ön plana çıkan bir film olsa da, L’étrange couleur des larmes de ton corps belli başlı köşelere uğrayarak merak uyandırıcı bir seri katil çıkmazının ortasına atıyor seyirciyi. Seri cinayetlerin işlendiği garipliklerle dolu bir apartmanda kaybolan karısını arayan bir adamın hikayesini izliyoruz aslında. Kayıp kadın ve femme fatale öğeleri ile David Fincher’ın Gone Girl’ü ile benzerlik gösteren filmin, Gone Girl’den en büyük farkı ise sürrealist biçimsel tercihlerinden öte tabii ki de bu kayıp kadın hikayesini bir metafor olarak kullanması. Olayların vuku bulduğu apartmanın egzantirikliği ile Jean-Pierre Jeunet’in Delicatessen‘ını hatırlatan kabus atmosferi ise filmin içerisinde rahatsız edici bir tatminkarlık sunuyor. Tabii bir noktadan sonra o apartman da bir karakter haline dönüşüp filmin en önemli unsuru haline geliyor.
Cattet & Forzani ikilisinin Amer‘den de önce yazmaya başladıkları film, aslında oldukça evrensel kapılara açılıyor. Labirenti andıran bir apartmanda karısını arayan bir adamın peşinden seksin insanlık tarihindeki yerine kadar uzanan uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuk sırasında yıllar boyu dünya üzerinde kabul görmüş kadın-erkek ilişki anlayışlarına ve kadınların seks objesi olarak görülmesine kadar çok güçlü sistem eleştirileri eşlik ediyor bize. Özellikle öldürülen erkeklerin kafasında gördüğümüz vajina ise filmde önemli bir simgeye dönüşüyor. Geçmişe doğru gittikçe erkek çocukların fantazilerine, porno kültürüne ve güzel olanı objeleştirme üzerine etkileyici ve rahatsız edici bir dünyanın içine doğru sürüklüyor film seyirciyi.
Tedirgin edici atmosferi, yer yer karşımıza çıkan absürd mizahı, aşırı doz erotizmi ve snuff filmlerini hatırlatan şiddet sahneleriyle türler arasında gezinen film giallo stili ile harmanladığı görsel şovuyla sinefiller için doyulmaz bir şölene dönüşüyor. Tabii burada en büyük alkışı hak eden isim ise görüntü yönetmeni Manuel Dacosse. Son yıllarda gördüğümüz en iyi renk paleti ile inanılması güç derecede harika sekanslara şahit oluyoruz. Video klip estetiğini eski usül korku filmlerinin campy stilleriyle buluşturan filmde baş döndürücü bir kurgu işi de var. Kısacası; neyi nerede, ne zaman, nasıl göstereceğini ve neye odaklanacağını çok iyi bilen insanların elinden çıkmış teknik anlamda kusursuz bir işle karşı karşıyayız. Özellikle tavanı tarama sekansı gibi birçok sahne orgazmik boyutlarda bir seyir keyfi sunuyor. Göz kamaştıran kışkırtıcı kostümler, oyuncuların cesur performansları ve yönetmenlerin kendi çabalarıyla bulup dekore ettikleri Brüksel’in Nouveau stilindeki evin sahip olduğu klostrofobi hissiyatı ile L’étrange couleur des larmes de ton corps, biçimsel açıdan geride bıraktığımız yılın en yetkin işlerinden birine dönüşüyor.
Filme dair en takdir edilesi noktalardan biri ise sahip olduğu bütünlük hissiyatı. Özellikle son dönemde filme-filmin ideolojisine hiçbir şekilde hizmet etmeyen estetik(!) sekanslarla farklı olmaya çalışan arthouse yapımların aksine, L’étrange couleur des larmes de ton corps hiçbir zaman hikayeyle olan bağını koparmıyor. Burada David Lynch’in Inland Empire’ındaki düzenli kaosa benzer bir duruma rastlıyoruz. Tüm karmaşa ve çizgisel olmayan anlatının içerisinde her daim bir bütün olmayı başarıyor. Öyle ki, film sona erdiğinde kafamızda koca koca soru işaretleri yerine büyüleyici bir bulmacayı tamamlamış olmanın verdiği keyifle ayrılmıştık salondan. Ve L’étrange couleur des larmes de ton corps, geçen sene !f’in bize kazandırdığı en güzel şeydi. Yazının başında da belirttiğim gibi her seyirciye hitap edecek bir film değil ancak türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir hazine.
IMDb Puanı: 6.0/10
İlk yorumu siz yazın!