Yitik Kent: Lima, Cusco ve Machu Picchu'ya Sihirli Bir Yolculuk
Seyahat aşk gibidir. Bazen ızdırap verse de sürekli ona gitme arzusudur. Kalabalıkların arasında kaybolmaktır. Sıradanlaşmaktır. Kimi zaman yalnızlık, kimi zaman sonsuzluktur. Seyahat hayal gücümüzün zorlanmasıdır, bir varoluş arayışıdır. Varoluşumuza dair merak bizi uykumuzdan uyandırır. Bir nevi meraklı insanın oksijenidir.
Bu seferki merakımın durağı Peru ve İnka Uygarlığı’nın başkenti Cusco’ydu. Seyahatimin zor olacak kısmının uçaklarla olduğunu söylemeliyim. Yolculuğumun ilk aşamasını tamamladığımda her ne kadar yorgun olsam da kendimi mutlu hissediyordum çünkü yeni bir lokasyon beni yine heyecanlandırmıştı. Son dönemde uçak fobimin olması bu gezimin yorucu hale gelmesinin tek nedeniydi. Lima’ya gece yarısı indiğimizde şehrin tüm ışıkları alabildiğine açılmış gibiydi. Yukarıdan bakıldığında her yer ışıl ışıl görünüyordu. Havaalanından otele giderken Lima sokakları sessizliğe bürünmüş adeta dinlenmeye çekilmişti. İnkaların başkenti Cusco’ya gitmeden önce Lima’da konakladığımız otelin çevresi olan Miraflores düzenli, temiz ve bakımlı alanlarıyla rahat ve güvenli gezmemize olanak verdi. Lima’yı dolaşmaya başladığımızda bindiğimiz taksinin şöförü Türk olduğumuzu anladığında çok şaşırdık. Daha sonra bize bir dönem İzmir’de kaldığını ve gemilerde çalıştığını anlattı. Sonra da Lima’da bulunan görmemiz gereken Atatürk heykelinden bahsetti. Biz de Pasifik Okyanusu’na bakan küçük bir parkta bulunan Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh cihanda sulh’’ vecizesinin yazılı olduğu tahminimizden küçük olan büstünü ziyaret ettik. Daha sonra şehrin kalbi sayılan ve tarihi mekanların olduğu “Plaza de Armos Meydanı’na ‘’ geldik. Burada 6 aydır Meksikanın başkenti Mexico City’den başlayarak sürekli pedal çevirdiğinden ve hiç otellerde uyumadığından bahseden Alman bir bisikletçiyle tanıştık.
Adının ‘Felix George’ olduğunu öğrendiğimiz bu arkadaşa yemek ısmarlayabileceğimizi söylediğimizde çok mutlu oldu ve sohbet ederek birlikte yemek yedik. Seyahatini Şili’de sonlandıracak olan Felix, sohbetimiz sırasında bize nasıl bu cesareti bulduğunu ve sadece çadırda uyuduğu maceralı hikayesini anlattı. Şehrin en önemli iki meydanı “San Martin” ve “Plaza de Armos’u ‘’ dolaşarak kentin havasını ve renkliliğini görmeye çalıştık. Eski Lima sokakları İspanyollar tarafından dizayn edilmiş ve zamanla ihtişamını devam ettirememiş görüntüsü veriyordu. Lima’dan Cusco’ya uçtuğumda And Dağları’nın üzerinden geçerken, uçsuz bucaksız bu sıradağların gizemi ve heybeti bana, dünyada keşfedilmeyi bekleyen daha nice mekan ve bölge olduğunu bir kez daha anımsattı. İnkaların bu bölgede varlıklarını sürdürürken yaşadıklarını hissetmeye çalıştım. İnkalar kentlerini And Dağları’nın zirvelerine kurmuşlardır. Egemenlikleri başta Cusco merkez olmak üzere Güney Amerika’nın orta batı kesiminde, 11.yüzyıl ile 16.yüzyıl başlarında İspanyollar bölgeye gelip İnka İmparatorluğu’nu yıkıncaya kadar sürmüştür.
Efsane sayılabilecek Mu Kıtası medeniyetinin yazarı James Churchward’ın ‘’Mu’nun Çocukları ‘’ adlı kitabını okuduktan sonra buraya gelmiş olmam tamamen bir tesadüftü. Churchward’a göre “Mu Kıtası” 20 bin yıl önce büyük bir deprem sonucu Pasifik Okyanusu’na batmıştı, İnkalar Mu’ların çocuklarıydı ve medeniyetleri de tıpkı Mısırlılar ve Mayalar gibi çok ileriydi. Churchward’ın deyimiyle 20.yüzyılın başlarındaki dünyadan daha gelişmişlerdi. Cusco’ya indiğimizde Lima’nın daha aksi bir hava bizi karşıladı. Çünkü Lima okyanusun etkisiyle daha puslu ve nemliydi. Cusco’da ise masmavi bir gökyüzü ve pamuk yığınını andıran şekilde bembeyaz bulutlar havada asılı duruyorlardı. Cusco İnka İmparatorluğu’nun uzun dönem başkentliğini yapmıştır. Buna mukabil Machu Picchu’ya 80 km. mesafede olduğu için de meşhur bir turizm destinasyonu haline gelmiştir.
Yılda yaklaşık 1 milyon kişinin ziyaret ettiği bu antik kent 3400 metre rakımdadır. Cusco’da İspanyollardan kalma ‘’Plaza de Armas Meydanı’nda’’ dolaşırken renkli giyinmiş bazen fötr şapkalı bazen de sırtında bohçaları olan kadınlar ve erkekler gördüm. Meydana bakan binalarda ve ara sokaklarında çıkıntı balkonları, pencereleri ve sütunları ile Endülüs tarzı mimariyi fark ettim. Çünkü İspanyollar her halükarda Endülüslerden etkilenmişlerdir ve bunu da inkar etmiyorlar. Zaten çektiğim birkaç fotoğrafta da bunu bariz bir şekilde görmek mümkün. Plaza de Armas Meydanı’nda Katedrallerin birbirine ne kadar yakın olduğunu fark ettim. İspanyolların buraya geldiklerinde İnkaların dini inançlarını ve kültürlerini yok edebilmek için sıkı bir Hristiyanlaştırma işleminden geçirdiklerini dinledim. Saatlerce yaya dolaştığım Cusco sokaklarında, mükemmel İnka taş işciliği kendini hissettirebiliyordu. 10 ve 8 köşeli olmak üzere işlenmiş taş duvarlar birer sanat eseri olarak duruyorlardı. Machu Picchu’ya gitmeden önce dolaştığım Cusco; And Dağları’nın zirvelerine kurulmuş hala İnka’nın izlerini taşıdığını anlatıyor bana. İnka’ya ait duvarları ve taş işçiliğini görebiliyordum. Daha Machu Picchu’ya ayak basmadan İnkaları Cusco’da hissedebiliyordum. Machu Picchu’ya gidebilmek için anlaştığım tur operatörü beni yanlış yönlendirdiği için buraya maalesef 6 saatte ulaşabildim.
Cusco’dan taksiyle ‘’Ollantaytambo’’ adı verilen küçük bir köy sayılabilecek aktarma merkezine geldik. Buradan 2 saat süren tren yolculuğundan sonra Machu Picchu ‘ya ulaştık. Tren yolculuğunu önemli bir seremoni haline getirmişler. Burada Peruluları takdir etmek gerek. Machu Picchu’ya kolay ulaşımı ortadan kaldırmışlar. Ya 3 -4 günlük bir yürüyüşle ya da trenle ulaşabiliyorsunuz. Trenin içerisinde yemek ve içki servisi yapılıyor. Almış olduğunuz biletin sınıfına göre vagonlara yerleştiriliyorsunuz.
Konforlu ve eğlenceli bir yolculuk oluyor. Trenlerin tavanlarını camdan yapmışlar. Geçtiğiniz köyleri ve etrafı seyrederek çok ağır bir şekilde seyahat ediyorsunuz. Yemekten sonra müzik ve kıyafet defilesi eşliğinde Machu Picchu’ya ulaşmış olduk. Gece yarısı otele vardığımda yorgunluğun verdiği duyguyla zihnimde hiçbir soru işareti ve kuşku olmadan uyumuşum. Seyahatin bazen en güzel yanı da bu zaten. ’’Acıkınca yiyorsunuz, yorulunca uyuyorsunuz.“ Bu cümle aslında zen ve bir keşişin sohbetinde geçiyor.
Tam bu meyanda hayatın gerçeği olarak anlatılıyor. Zen keşişe hayatın gerçekliliğinin, var olmanın nedeninin bu olduğunu ifade ediyor. Seyahat tümüyle yorgunluk olduğu halde kafamızdaki tüm sorunları yerle yeksan eder ve enerji depolamamızı sağlar. Ben seyahat dönüşlerimde daha zinde ve üretken olduğumu hissederim. Bu düşüncelerle güneş doğmadan önce yola çıktık.
Bindiğimiz otobüs antik kente vardığında sislerin arasından güneşin doğuşunu izlemek için var gücümle yukarıya doğru koşmaya başladığımda, gişelerin önünde adımı seslenen birinin olduğunu fark ettim. Cusco’daki tur operatörü burada bana bir rehber ayarlamıştı. Onun rehberliği eşliğinde Machu Picchu’yu tanıyacaktım. Alana girdiğinizden itibaren dağların arasında ve bir tepeye hakim dağ manzaralı bu sanatsal antik kent sizi adeta büyülüyor. Onu seyre dalıyorsunuz. Saatlerin nasıl geçtiğini burada anlamıyorsunuz. İnsanlığa tarihten miras kalan, doğayla iç içe, dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen bu yapıt tüm övgüleri ve ilgiyi hak ediyor. Bu küçük antik şehir 1450’li yıllarda dağların arasında sarp bir tepe üzerine inşa edilmiş.
1532 yılında bu bölgeyi ele geçiren İspanyollar burayı fark edemedikleri için bu eser zarar görmeden kendini saklayabilmiş. Amerikalı tarihçi Hiram Bingham 1911 yılında burayı keşfederek açığa çıkartmış. UNESCO dünya mirası listesinde olan bu eserde birbirine geçme taşlardan yapılan 200’ün üzerinde taş bina mevcut ve bu yapıların % 80’i günümüze ulaşmış. Kentin bulunduğu alandan aşağıya kadar taraçalar inşa edilmiş ve bu taraçalarda mısır ve patates başta olmak üzere her türlü tarım yapılmış.
Burada yaşayan insan sayısı toplam olarak 600-800 olarak biliniyor. Suyu aşağıda dereden aldıkları için yukarıya taşımanın zor olduğu bir durumdan dolayı zamanla burayı terk etmişler. Antik şehirde yaşamın yaklaşık 100 yıl kadar sürdüğü kabul ediliyor. Bu antik esere bakarken konumunu, estetik duruşunu, doğanın içerisinde basamaklar halinde birleşmesini ve zamanla kaybolup gitmesini düşünerek tepeden sisler çekilinceye kadar seyre daldım. Pablo Neruda’nın “Machu Picchu’nun Dorukları” adlı şiirini kavramaya çalıştım.
Burayı neden ‘’Kayıp Şehir’’ diye adlandırdıklarını şimdi daha iyi anladım. And Dağları’nın zirvelerinde bu kenti inşa edenlerin şunu düşündüklerine eminim. “Yaşamak her durumda insani etkinlikler ortaya koymaktır. Bu nedenle yalnız var olmak yetmez yaşamak da gerekir”. Plutharkhos’un bu sözünü en iyi yerine getirenler burada yaşayanlar olsa gerek. Machu Picchu’dan tren yolculuğumdan sonra taksiyle Chinchero Köyü’ne uğradık ve orada kurulan pazarda İnkaların torunlarını daha yakından görme fırsatı yakalamış oldum.
Chinchero marketinin bu bölgenin en ünlü pazarlarından biri olduğunu söylüyor taksi şöförüm. Pazarda yerlere açılmış tezgahlarda, sağlı sollu olmak üzere yöresel kıyafet giyen kadınların sattığı doğanın tüm renklerini içlerinde barındıran el işlemeleri, oyuncak bez bebekler, battaniyeler, şapkalar, bu bölgeye has lama yünlerinden üretilen kaşkollar ve bir çok geleneksel nitelendirebileceğim eşyayı görüyorum. Buradan ayrılarak Cusco’ya geri dönerken halet-i ruhiyem hayret ve heyecan doluydu.
Aman Allah’ım, ne güzel bir çağda yaşıyoruz diye iç geçirmeden edemedim! İstediğimiz yerlere rahat ulaşabiliyoruz ve savaşları kutsamadan birbirimizi anlamanın yolunu bulmuşuz.
İlk yorumu siz yazın!