Longlegs: Huzur Bırakmayan Seri Katil Hikayesi
Osgood Perkins’in yazdığı ve yönettiği Longlegs, muhtemelen bu senenin en fazla ‘hype’ yapan korku gerilim filmlerinin başında geliyordu. Türkiye’de de çok yakında vizyona girecek olan film, yabancı eleştirmenleri “Abartılmış” ve “Dedikleri kadar varmış” konseptiyle ikiye böldü. Ben bu ayrımda ikinci kısımda kalıyorum. Çünkü bir gerilim filmi izlerken sadece metni veya atmosferi gözlemlemiyorum, film bittikten sonra oturduğum yerde ne kadar sancılandığımı analiz ediyorum. Bu film de bana verebileceği tüm huzursuzluğu damardan zerk etti açıkçası. Düşük bütçeli (ABD çapında çok düşük, 3 milyon dolar) filmlerin bu kulvarda piyasada iş yapmaya başlaması son dönem dünya sinemasının en güzel gelişmelerinden biri benim için. Sadece ABD gişesiyle bile bütçesini katlayarak geçen Longlegs, korku gerilim hastası yönetmen ve yapımcıların iştahını kabartacaktır diye umuyorum özetle.
Başrollerinde modern korku sinemasının kraliçesi olmaya aday Maika Monroe ile Nicolas Cage efsanesine yer veren Longlegs, tüm oyuncularının etinden sütünden olağanüstü şekilde yararlanıyor. Maika Monroe, özellikle ‘It Follows’ ve ‘Watcher’ filmleriyle çok dikkat çekmiş bir genç oyuncuyken, onun yanına sinema perdesini çoktan yemiş bitirmiş fakat başarısız filmlerini ardında bırakıp kaliteli bağımsız filmlerde yer almaya başlayan usta oyuncu Cage’i de ekleyince, almış başını gitmiş hikaye. Maika Monroe, Lee Harker isminde genç bir FBI dedektifine hayat veriyor. Nic Cage ise üstü başı her yeri red flag olan bir seri katil olarak karşımıza çıkıyor. Seri katilin ekran süresi filmin ilk bölümünde oldukça sınırlı olduğu için, bu süreçte dedektif Harker’ın nasıl biri olduğuna ve nasıl bir hayat yaşadığına dair fikir edinmek için bolca şansımız oluyor. Bu seri katili yakalamak ve motivasyonunu çözmek için gecesini gündüzüne katan, sosyal anksiyeteli ve aşırı detaycı başarılı dedektifimizin yolculuğu, hiç de şaşırmayacağınız şekilde seri katilimizle kesişiyor, sonra olanlar oluyor…
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Kızın annesini ilk gördüğümüzde eyvah deli kadın klişelerine boğulacağız dedim ama beni öyle bir ters köşe yaptı ki hanımefendi… Onun dışında patron ajanımızın huysuz hal ve hareketleri her ne kadar keyfimizi kaçırsa da sürece iyi bir hava kattığı da inkar edilemez. Katilin ortaya çıkış şekli, arabasını kullandığı ve annesine babasına haykırırken sarf ettiği cümlelerin yıkıcılığı, yakalandığı otobüs durağındaki umursamazlığı vesaire derken bu adam bir yerde şarampole yuvarlanmalı hissiyatıyla kasıp kavruluyor zihnimiz. Ki öyle de oluyor, Lee ile yalnız kaldığı anda şeytana yeryüzünden son kez selam verip, devamında da kafayı çarpa çarpa bizzat şeytanın yanına tek yön seyahat ediyor. Psikolojisi halihazırda toz duman olan Lee, cinayetlerin bu olaydan sonra da devam edeceğini fark ettiğinde tatlar iyice kaçıyor. Çünkü hem kendi doğum günü, hem öncesinde eski evde bulduğu fotoğraflar vesaire derken olay çoktan başka bir seviyeye çıkmıştı onun için kişisel anlamda.
Sonunda ne oluyor, böyle bir düzene işbirliği yaparak dahil olmasını ummadığı annesine dair pek de hayırlı olmayan bir haber alıyor. Elalemin evine güvenilir bir şekilde sızabilecek olan kişi kim diye düşünürken, annesinin bodrum katındaki ortamnıı da görünce derin bir nefes alıp veriyoruz. Filmin açık ara en etkileyici sekansı ise sanırım finaliydi. Ajan Carter’ın kapısını çaldığında adamın kapıyı açtığındaki surat ifadesi, abartmıyorum yerimden zıplattı. Yaşanacakların ilk sinyalini orada görmek, devamında kızının ve karısının da o hallerine tanık olmak… Yani Jordan Peele sinemasına göz kırpan bu sekanstan oldukça etkilendim. En son küçük kızı kurtarmak için kurşun döktüren Lee’ye olan sempatimiz tavan yaparken, gece ekstra makyajlı Nicolas Cage kabus olarak ziyaretçimiz olmasın diye dua ettik…
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: Variety
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Twisters
İlk yorumu siz yazın!