Pavarotti: Modern Operanın Efsanevi İsmine Dair Belgesel
Sanatın hangi alanı olursa olsun, sanatçıların hayatlarına dair bilgiler edindikçe bilmediğimiz yönlerini, görünenin ötesini öğrendikçe de eserlerine ve performanslarına bambaşka bir perspektifle baktığımızı ve çok daha derin bir bakış açısıyla yaklaştığımızı düşünenlerdenim. Tam da bu sebepten dolayı biyografik yapımlar seyretmekten oldukça keyif alıyorum. Yönetmenliğini filmografisinde başyapıt olarak sayabileceğimiz birçok film bulunan Apollo 13, A Beautiful Mind gibi filmlerden tanıdığımız Ron Howard’ın üstlendiği 2019 yılı yapımı Pavarotti de tam olarak böyle bir belgesel olarak çıkıyor karşımıza. Ron Howard bizlere Luciano Pavarotti’nin kişisel hayatını, sahnede olmadığı anlardaki yaşantısını, aile ve arkadaş çevresini, profesyonel kariyerinin gelişimini enfes müzikal performanslarıyla birlikte sunuyor ve bizi zamanda yolculuğa çıkarıyor.
Pavarotti’nin Hayatı
100 yıl sonra insanları operaya çeken bir adam olarak hatırlanmayı dileyen, inanılmaz geniş bir repertuarının olmasıyla anılmak istenen ve bunu kendine misyon edinen Pavarotti, 1935 yılında İtalyan’ın Modena şehrinde dünyaya geldi. Kendisi gibi tenor olan ama profesyonel bir kariyere sahip olmayan babasının (Pavarotti babasının sesinin kendinden bile daha iyi olduğunu söylüyor oysaki) vizyonu sayesinde ve onun yönlendirmesiyle birlikte, küçük çaplı bir koroda performans sergileyerek kariyerine başladı ve babasını kendine rol model olarak seçti. Küçük yaşına rağmen güçlü bir sese sahip olmasıyla dikkatleri üzerine çeken Pavarotti, uluslararası olarak düzenlenen bir yarışmada birinci oldu. Bu başarısını ise opera alanındaki en saygın ödüllerden biri olarak kabul gören ”Concorso İnternazionale” isimli ödülü kazanması takip etti.
1961 yılında ise La Bohème, La Fille du Régiment, Tosca, L’elisir d’Amore gibi opera oyunlarında ve dünyaca ünlü birçok tiyatroda sahneye çıkan Pavarotti gün geçtikçe kariyerinde başarılı bir şekilde yükseliyor ve kendinden opera efsanesi olarak söz ettiriyordu. Sergilediği başarılı opera oyunlarındaki performanslarından sonra, ilk kez tek başına gerçekleştireceği resital performansında çok fazla heyecanlanan ve kelime anlamıyla ellerini bile nereye koyacağını bilemeyen Pavarotti’nin, elinde sürekli bulunan beyaz mendilinin hikayesi buradan geliyormuş. Yaşadığı yoğun heyecandan dolayı ellerinin nerede durması gerektiğine ilişkin panik yaşayınca menajeri tarafından mendili cebinden çıkartıp elinde tutması tavsiyesi verilmiş. Daha sonra ise, Amerika’nın opera binası bile olmayan kırsal kesimlerine resital vermeye çıkan Pavarotti bunu “Tanrı’nın bana verdiğini geri vermenin bir yoluydu. Kendimi popüler yapmak için değildi. Operayı dünyada popüler yapmak içindi.” şeklinde açıklıyor.
Pavarotti Belgeseli
Yazımın bundan sonraki kısmında belgesel boyunca tanık olduğumuz ve beni çok fazla etkileyen Pavarotti’nin anılarından oluşan bazı kısımlardan biraz daha da spesifik olarak bahsetmek istiyorum. Kronolojik bir sırada ilerlemem gerekirse; hali hazırda yakın arkadaş olan Plácido Domingo, José Carreras ve Luciano Pavarotti’nin üç büyük tenor olarak birbirleriyle centilmen bir rekabetle düello yaparmışçasına efsanevi performans sergiledikleri ”The Three Tenors” kısmıydı. Üçünün de futbol sevgisi dolayısıyla Dünya Kupası’ndan önce sergiledikleri bu performans, sonrasında elbette ki oldukça beğeni topluyor, herkesin üzerinde çok büyük bir etki bırakıyorlar ve ”The Three Tenors” dünya çapında bir gruba evriliyor. Birlikte en çok satan klasik müzik rekorlarını kırıyorlar.
Bir başka etkileyici bulduğum kısım ise Pavarotti’nin son derece radikal ve deneysel diye nitelendirebileceğimiz pop müzik ve operayı aynı sahnede buluşturma girişimi. Bu hamlesi hem opera çevresinden olumsuz şekilde değerlendiriliyor hem de pop müzik çevresinden. Fakat Pavarotti gelen bütün bu olumsuz eleştirileri ve yorumları göz ardı ediyor. Dahası sonradan bir gelenek oluşturarak her sene Pavarotti & Friends isimli yardım konserleri düzenlenmeye başlıyor. (Minik bir dipnot: Bahsettiğim yardım konserleri derlemelerine Spotify üzerinden ulaşabilirsiniz, hepsi birbirinden güzel ve enfes parçalar!)
Pavarotti & Bono
Bu dönemlerde U2 grubunun üyelerinden olan Bono ile Pavarotti’nin yolları kesişiyor ve izleyici olarak bizler de oldukça komik anılara şahit oluyoruz. İlk başta hiçbir tanışıklıkları olmamasına karşın, Pavarotti telefonla Bono’ya ulaşıyor ve ondan kendisi için şarkı yazmasını rica ediyor. Bu süreçte Bono’yu o kadar sık arıyor ki yardımcısı ile çok yakın arkadaş konumuna geliyorlar. Şarkı yazılıp verildikten sonra tabii ki Pavarotti bununla kalmıyor ve U2 ile birlikte sahneye çıkmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Bono’nun Dublin’de yaşıyor olmasına rağmen habersiz şekilde basınla birlikte kamera karşısında ona hayır diyemeyeceğini düşündüğü için evine gidiyor. Bu girişiminde de başarılı oluyor, Bono teklifi kabul ediyor ve birlikte sahneye çıkıyorlar.
Pavarotti & Diana
Bir başka etkileyici olduğunu düşündüğüm kısım ise şu. Pavarotti’nin İngiltere’de açık havada verdiği bir konser öncesinde çok ciddi bir sağanak yağmur yaşanıyor ve kimsenin konsere gelmeyeceği düşünülüyor. Fakat beklenen gibi olmuyor ve sağanak yağmura rağmen Kraliyet Ailesi’nin de geldiği konsere yoğun bir katılım oluyor. İnsanlar ellerinde şemsiyelerle birlikte sağanak yağışa rağmen Pavarotti’nin konserini dinliyorlar, hatta herkesin elinde şemsiye olması sebebiyle arkada kalanlar konseri izleyememekten şikayet ediyorlar. Bunun üstüne herkesin şemsiyesini kapatması ve birlikte ıslanarak konseri dinlemeye yönelik bir anons yapılıyor. Anons sonrasında şemsiyesini ilk kapatan ise Prenses Diana oluyor. Bunun üzerine Luciano Pavarotti sıradaki söyleyeceği “Donna non vidi mai” isimli “daha önce ona benzer bir kadın görmedim” anlamına gelen aryayı Diana’ya ithaf ediyor. Diana ile aralarında da bu sayede bir dostluk kurulmuş oluyor.
Yazımın bu bölümüne kadar neredeyse hep Pavarotti’nin sanatsal kimliğinden bahsettim. Fakat belki de sanatsal kimliği kadar öne çıkması gereken ve hayranlık uyandıran sosyal sorumluluk alanındaki duyarlılığı, yaptığı yardımlar ve düzenlediği kampanyalar. Çok çeşitli alanlarda ve sayısız miktarda yaptığı yardımlara belgeseli seyrederken izleyici olarak bizler de şahit oluyoruz.
Dolu dolu bir hayat yaşadıktan ve bizlere ruhumuza işleyen duygu yüklü eserler bıraktıktan sonra, 2007 yılında aramızdan ayrılan operanın efsane ismi Luciano Pavarotti’yi konu alan müzikle ve etkileyici performanslarla dolu büyüleyici belgesel ise şu sözlerle bitiyor: “2007 yılında ölümünden sonra, Luciano Pavarotti’nin albümleri 100 milyondan fazla satıldı, konser kayıtları 10 milyondan fazla kişi tarafından izlendi. Luciano’nun Philadelphia’da başlattığı Uluslararası Pavarotti Ses Yarışması halen sahneye çıkmakta olan sayısız opera sanatçılarının kariyerlerinde etkili olmuştur. Luciano; Bosna, Guatemala, Kosova, Tibet, Kamboçya ve Angola’da yardım kuruluşları kurmuştur. Yardımları ve bağışları sayesinde milyonlarca dolar, dünya çapında zor durumda olan çocuklar için kullanılmıştır. Bu çalışma halen La Fondazione Luciano Pavarotti Vakfı tarafından devam ettirilmektedir.”
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi Çekebilir: Ayça Yenigün’den Sarah Brightman
İlk yorumu siz yazın!