Lüksemburg ve Brüksel
Brüksel benim için hep başka şehirlerle birleştirilecek bir şehir oldu. Asla tek başına Brüksel’e gidemedim, yanına hep başkaları eklendi. İlk gidişimde Paris’i, ikincisinde Amsterdam’ı, üçüncüsünde Brugge’ü, dördüncü gidişimde ise Lüksemburg’u ekledim Brüksel’in yanına. Etrafındaki cazip şehirler her seferinde Brüksel’i gölgeledi, ta ki son gidişime kadar. Lüksemburg o kadar sıradan bir şehirdi ki; Amsterdam, Paris ve ya Brugge’ün yanında vasat bir şehir sayılabilecek Brüksel, Lüksemburg’un yanında birden muhteşem bir şehre dönüştü. Gel de Einstein’a saygılarını sunmadan geç bakalım, gözünü sevdiğimin izafiyet teoremi…
Lüksemburg Konum
Yarım günü zor geçirip kaçtık resmen bu şehirden. Ülkeden de arkamıza bakmadan kaçmak üzereydik ki ‘belki de şehirlerinde değil de kırsal kesiminde görülesi bir şeyler sunar bize Lüksemburg’ diyerek son bir gayret yaptığımız araştırmalar bizi Echternach‘a yöneltti. İyi ki de yöneltmiş; bu mini-minnacık kasabanın II. Dünya Savaşı’ndaki kilit rolünü öğrenip, defalarca harabeye dönüp tekrar tekrar yapılan manastırını ve buradaki etkileyici, ahşaptan yapılmış, yarısı yok olmuş İsa figürünü gördük. Kasabada da ülkede de en ilginç şeyler bu manastır ve bu figür oldu bizim için.
Lüksemburg’da görülmesi gerekenler listesinin başında Grund yani zeminde kurulu eski şehir yer alıyor. Genelde kaleler yüksek tepelere yapıldığından yukarılarda görmeye alıştığımız eski şehir burada aşağıda, etrafı ise çok yüksek surlarla çevrili. Coğrafi ilginçliği dışında herhangi bir albenisi bulunmayan eski şehirde cıvıl cıvıl sokaklar da bulamıyorsunuz maalesef. Tren yolu ve viyadük birkaç fotoğraf karesi için güzel bir fon oluştursa da Adana’daki Varda Köprüsü’nden güzel olmadığını belirtmek isterim. Dik yokuştan yeni şehre tırmanıp Le Chiggeri‘de hamburger yemek şehirde yapabileceğiniz en güzel şey olabilir. Görebileceğiniz 3 adet meydanı (Place II. Guillame, Place de la Constitution, Place d’Armes), Grand-Ducal Sarayı ve bir de girişi tarihi/mimberi yepyeni Notre Dame Katedrali dışında başka ilgi çekici birşey görmeyi beklemeyin. Bunların da ne kadar ilgi çekici olduğu tartışılır tabii!
Brüksel Konum
Dönelim muhteşem şehrimiz Brüksel’e… Meşhur Grand Place restorasyon sonrası parıldayan binalarıyla ve yılbaşı süslemeleriyle bir Avrupa başkentinden beklentilerimizi ziyadesiyle karşılıyor.
Biraz ilerde şehrin simgesi minik “işeyen çocuk” heykeli (Manneken Pis) görülmesi gereken yerlerden. Gittiğim her şehirde borsa binasını görünce hislenen ben burada da harika tarihi borsa binasını görünce güzelliğinden etkileniyorum.
300’den fazla bira çeşidi sunan Delirium‘a gidip özellikle Trappist biralarından içmek ve (chez) Leon‘da midye yemek Turizm 101 dersinin ilk konuları. ‘Yok o kadar da turistik olmasın canım’ derseniz Grand Place’a yakın Sainte-Catherine metro durağının dibindeki Les Crustaces ve benzeri restoranlardan birini seçebilirsiniz.
Biraz da şehir dışı atraksiyonlarına bakalım. Waterloo tabiki en önemli tarihi cazibe merkezi Belçika’nın. Napolyon’un savaşı kaybettiği yer olarak çok da özel bir yeri var tarihte. Buradaki Wellington Müzesi’ni gezip, 3-D savaş filmini izleyip, panoramik tabloyu turlayıp 200’den fazla merdiven çıkıp Belçika’nın bir diğer simgesi olan Butte du Lion heykelinden savaş alanını gözlemleyebilirsiniz. Özellikle 3-D film sonrası orduların yerleştikleri ve çarpışmaların gerçekleştiği çiftlikleri gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Yorucu tırmanış ve iniş sonrası anayola bağlanmadan önceki İtalyan restoranı Les Deux Sils soluklanmak için iyi bir seçim olabilir.
Bir diğer şehir dışı atraksiyon ise Abbaye de Villers-la-Ville. Bu manastır harabesi Fransız Devrimi’nin dini yerlere verdiği zararı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Hiçliğin ortasına inşa edilmiş kocaman bir kampüs: rahiplerin yaşadığı, bira ürettiği, eğitildiği, misafirlerini ve tüccarları ağırladığı binalar.
İnsan buradayken düşünmeden edemiyor: Acaba bu manastır Devrim’de tahrip edilmeseydi; Belçika’nın 7., Dünya’nın 12. Trappist bira üretim yeri olur muydu?
İlk yorumu siz yazın!