İlk yorumu siz yazın!
Mahlas Kullanan Kadın Yazarlar: Başkasının Adıyla Bir Oda
Yıkıcılığıyla meşhur kasırgaların kadın isimleriyle anıldığı bir dünyada, çalışmaları oldukça başarılı bulunan kadın yazarların kitaplarını erkek mahlaslarıyla bastırmaları şaşırtıcı mı?
2015 yılında yazar Catherine Nichols, asıl adını kullanarak yaklaşık 50 ajansa kitabının taslağını gönderdi ve sadece iki tanesinden geri dönüş aldı. Ancak aynı sayfaları bir kez de bir erkek ismiyle göndermeyi denediğinde üç el yazması talebi de dahil olmak üzere altı ajansın beşinden yanıt aldı. Edebiyat piyasasının eşik bekçileri George’un aynı kitabı yazmakta Catherine’den sekiz buçuk kat daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. Daha ilginci Catherine adıyla gönderilen kitaba ret mektubuyla yanıt veren bir ajans, aynı gün George’tan taslak isteğinde bulunuyor ve kitabın kurgusundan övgüyle bahsediyordu. (Buradan yazısına ulaşabilirsiniz.)
Mahlas Kullanan Kadın Yazarlar
Virginia Woolf
Virginia Woolf 1929’da basılan Kendine Ait Bir Oda isimli kitabında; yazabilmenin ne denli zaman isteyen bir iş olduğunu ve bakımının size düştüğü bir ev, bir koca ve çocuklar varken saatlerce sayfalar üzerinde çalışmanın ne denli zor olduğunu ilk kez bu kadar güçlü bir şekilde açıklıyordu. Tüm kadınları ise erkekler ne der diye düşünmeden yazmaya davet ediyordu. Bir sanatçının ihtiyaç duyduğu bu ‘’izole’’ alanı bir kadın adına da ilk kez yüksek sesle talep ediyordu.
Kadınlara uygun olan yaşam alanın yalnızca evle sınırlı görüldüğü yıllarda kimse kadınların algıladıkları ve anlattıklarıyla yaşamın özünü yakalayabileceğini düşünmedi. Onlar için de seslerini duyurmanın, kitaplarını bastırmanın ve bundan bir gelir kazanmanın tek yolu çoğu zaman erkekleşmek oldu, isimlerinden başlayarak.
Bir ev yaşamı içine hapsolduğu halde kalabalık kurgular barındıran kadınların dünyayı keşfetme şansları olsaydı neler yapabileceklerini soruyordu Woolf. Şiirlerini ödüllü İngiliz şair Robert Southey’e gönderdiğinde “Edebiyat, kadın hayatına dair bir iş olamaz.” cevabını almasının ardından romanlarını Currer Bell adı altında yayınlamaya başlayan ve bugün hepimizin Jane Eyre romanıyla tanıdığımız Charlotte Bronte’yi düşünüyordu. “Kişi bir an için Charlotte Bronte yılda üç yüz pounda sahip olsaydı, o yoğun yaşanılan yerler, kentler ve hareketli dünyayla ilgili daha çok şey bilseydi; daha çok değişik kişiyle tanışıp kendi cinsinden olanlarla daha çok ilişkiye girebilseydi ve sahip olduğundan daha çok deneyimli olsaydı ne olurdu diye düşünmekten kendini alamıyor. O, sözcükleriyle yalnızca bir romancı olarak kendininkilere değil ama kendi cinsinin o dönemdeki eksikliklerine de parmak basıyor.” diyor ve ekliyor: “Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle dünya denen şeyden uzak olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı Savaş ve Barış’ı zor yazardı diye düşünüyorum.”
Margaret Oliphant
Kadınlar, Margaret Oliphant’ın da otobiyografisinde yazdığı gibi etraflarında olanca gürültüsüyle gündelik hayat sürerken çalışma alanına dair hepi topu bir mutfak masasının köşesini alabiliyordu. Kocasına yazdığı mektuplarda “Başımı sokacak sessiz bir yere ihtiyacım var. Yemek odasında yazamıyorum çünkü sofra hazırlanıyor, çocuklar yıkanıyor ve başka bir sürü şey… Senin bulunduğun oturma odasına geldiğimdeyse çalışmanı bölüyormuşum gibi geldi, zaten sen de zaman zaman böyle düşündün” diyen kadın yıllar sonra 19. yüzyılın Amerika’da en çok satan ve kölelik karşıtı bir kitap olan Tom Amca’nın Kulübesi‘ni yazacaktı. Hem de kocasının aksine yine kendisine ait yazacak bir yer elde edemeden.
Bunca zorlu şartlar altında romanlarını yazan kadınlar için erkek takma ismiyle yazmak 18. ve 19. yüzyılda oldukça yaygın bir durumdu aslında. Kadınlar benliklerini kelimelerle örülen bir maskülenlik ardına saklamak durumunda kaldılar.
Charlotte Brontë
Charlotte, Brontë ailesinde erkek ismiyle yazı yazan tek kadın değildi. İki kız kardeşi de tıpkı kendisi gibi cinsiyetleri yüzünden onlara ve eserlerine yöneltilen ön yargılarla baş edebilmek için eril isimlerle kitaplarını bastırmak durumunda kaldılar. Bugün Uğultu Tepeler tarihin en önemli İngiliz romanlarından biri olarak kabul edilen Emily, Ellis Bell ve Anne ise Acton Bell ismini kullanıyordu.
Louisa May Alcott
Louisa May Alcott, kadınların oy hakkı ve sosyal yaşamdaki eşitlikleri için savaşan Amerikan tarihindeki önemli bir figürdü. Atlantic Monthly’de ve gazeteye Barnard ismiyle kısa sansasyonel hikayeler yayınlayarak ailesi için zor geçen savaş günlerinde para kazandı.
Mary Ann Evans
Mary Ann Evans, bugün hala yazar takma adı olan George Eliot ile daha çok tanınan Viktorya Dönemi ünlü bir yazar ve gazeteciydi. Evans, edebiyat dünyasına George Eliot olarak girdi ve “Kadın Romancılar Tarafından Yazılan Aptalca Romanlar’’ adlı makalesinde o sırada kadın yazarlar tarafından yapılan çalışmaları eleştirdi. Evans, kendini zamanın kadın romantizmcilerinden uzaklaştırmak ve eserlerinin ciddiye alınmasını sağlamak için erkek takma adı altında yayınladı.
Alice Bradley Sheldon
Alice Bradley Sheldon, Amerikalı yazar James Tiptree’nin yalnızca bir kalem adı olduğunu ölümünden on yıl öncesine kadar sakladı. Sheldon, erkek egemen bilim kurgu türünde daha iyi tanınmak istemişti. Tiptree adıyla yayınladığı bilim kurgu romanları ve kısa öyküleriyle çeşitli ödüller kazanarak başarısını kanıtladı. Gerçek kimliğinin ortaya çıkması ise edebi dünya için bir şok oldu.
Karen Blixen
Karen Blixen da erkek yazar ismi olan Isak Dinesen ile daha yaygın olarak bilinen yazarlardan bir tanesi. Blixen, yirminci yüzyılın ortalarında ünlü bir Danimarkalı yazardı. Kenya’da geçirdiği zamanları detaylıca anlatan romanı ‘’Out of Africa’’ edebiyat dünyası tarafından çok iyi eleştiriler aldı. Ayrıca İngiltere İmparatorluğu’nun canlı bir tasvirini yaptığı için kutlanarak yazarın ölümünden sonra filme çekildi.
Nelle Harper Lee
Nelle Harper Lee, ünlü romanı Bülbülü Öldürmek’i bir erkek kalem ismiyle imzalamasa da kendi ismini kısaltarak Harper Lee olarak kullanıp onu baskın cinsiyetten arındırmayı tercih etti. Roman Amerika Birleşik Devletleri’ndeki her lisenin okuma listesine alındığı gibi yayınlanmasından kısa süre sonra da Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü. Irkçılık ve sınıf ayrımcılığı gibi güçlü temaları işleyen romanın ana karakteri genç bir kız olmasına rağmen roman hiç özellikle ‘’kadınsı’’ da görülmedi. Çünkü öykü çoğunlukla Atticus Finch gibi güçlü erkek karakterler tarafından taşınıyordu.
June Tarpé Mills
1912’de Brooklyn, New York’ta doğan June Tarpé Mills, hayli prestijli Pratt Enstitüsünde okuduktan sonra bir moda illüstratörü olarak çalışmaya başlayan yetenekli bir sanatçıydı. Yarattığı Daredevil Barry Finn ve The Purple Zombie gibi çizgi roman karakterlerini cinsiyet belirsiz Tarpé Mills ismiyle imzaladı. 1941’de ise bir kadın yazar tarafından yaratılan ilk kadın çizgi roman süper kahramanı olan Miss Fury’yi yarattı.
J.K. Rowling
Bugün hepimiz J.K. Rowling’i dünyaca ünlü fantastik roman serisinin yaratıcısı olan kadın olarak tanıyoruz. Ancak kitap basılmaya başladığında yazarın tam adı yerine kapağa belirsiz baş harfleri konulması aslında yazarın cinsiyetini belirtmemek için yapılmış kasıtlı bir hareketti. Hala neredeyse sadece J. K. Rowling olarak bilinen yazarın tam adı Joanne Rowling’dir ve K. harfini karşılayarak bir ikinci adı dahi yoktur. Yayıncılar, genç erkek hedef kitlesinin bir kadın tarafından yazılmış bir şeyi okumayacağı korkusuyla kendisine yalnızca baş harfleri kullanmayı teklif etti ve bir de K. harfi türetti.
Kendi adını koyabilmek özgürlüğü kendi adına konuşabilmek hakkını da içinde taşır. Herkes ise kendi öyküsünü en iyi kendisi anlatır. Kadınların kendi sözleri altına imzalarını atabilme cesareti onların bireyselliklerini yok sayan toplum karşısında onurlu bir var oluş mücadelesidir. İnsan ruhunu sanata gebe kılan çalkantıları ve dönüşümleriyken kadınların yolculuklarını kendi kelimelerle ifade etme hakları hala ellerinden alınıyor. Kadınlar tarih boyunca aslında hep o yüceltilen annelikleri hakkında dahi pek konuşmamışladır. Yalnızca fedakarlıkların adı geçmiştir, o da erkekler tarafından erkeklere yazılmış kitaplarda.
Daha anne karnında bir fetüsken bebeğe atanan cinsiyet üzerinde belirlenen normal ile sınırlıyoruz bireylerin kişiliklerini ve hayatlarını. Erkekler cesurdur ve dünyayı keşfederler. Kadınlar bütünleyicidir ve iyi yemek yaparlar. Evin düzeninden ve çocukların yetiştirilmesinden onlar sorumludurlar ancak yine de iyi bir yönetici olamazlar. Çünkü duygusaldırlar. Peki ama aslında basitçe bir çevreyi algılayış derinliği ve oradan içe sızanların dökümü olan edebiyatta kadınların bu görmezden gelinmesi nedendir?
İnsanlık geçen zamanda birçok konuda olduğu gibi cinsiyet eşitliği konusunda da kendini geliştirdi, epey de yol aldı. Bugün kadınların yalnızca kendi mutfaklarında değil, restoranlarda da yemek yapmalarını uygun görüyoruz. Bize okumayı yazmayı, tarihi hatta siyaseti ve matematiği dahi öğretmelerine izin veriyoruz. Çantalarını sırtlarını alıyorlar ve okyanusları aşıyor, kocaman dağların zirvelerine ‘’kadınlara özgürlük’’ yazan bayraklar asıyorlar.
Ancak maalesef kurgu yazınında kadınların sanatçı olarak varlığı konusunda elde edilebilen kazanım ile geçen zaman arasındaki büyüme pek de eş değer olmadı. Bugünün edebiyat ortamı hala kadın yazarların cinsiyet kaynaklı ön yargılarla savaşmak zorunda olduğunu gösteriyor.
Araştırma sonuçları da hala kadın yazarlara olan ilginin ve güvenilirliğin daha az olduğunu gösteriyorken yüzyıllardır maddi dünyada da kendini var etmeye ve belirli bir standartta yaşam sürmeye çalışan kadınların isimlerini gizlemeye razı olduklarını anlamak pek de güç değil. Üstelik bu standartın çok da yüksek olmadığını belirtmeme gerek yok sanırım.
Bundan yaklaşık iki yüz yıl önce Charlotte Bronte “Ve o sınırı aşabilecek, adını duyduğum ama hiç görmediğim yaşam dolu yerlere, hareketli dünyaya, kentlere dek uzanacak bir görebilme gücünün özlemini hissettim. Sahip olduğumdan daha çok deneyimim olmasını arzuladım; şu yakın çevremde tanışabileceğimden daha farklı kişilerle tanışmayı, benzerlerimle daha çok ilişkiye girmeyi istedim.” diye yazıyordu mektuplarında. Ve eklemek gereği duyuyordu: “Kadınların genelde çok sakin olmaları beklenir ama erkekler gibi kadınlar da hissederler, erkek kardeşleri gibi onlar da yeteneklerini geliştirmek, bir uygulama alanı bulmak isterler.”
Biz, bugün dünya etrafını saran kameralarla keşfedilecek ve içinde kaybolunacak bir oyun alanı hale gelmişken Charlotte’dan ne kadar uzağa gidebildik? Bizi kalıpların içinde yaşamaya mahkum eden o kelepçenin zinciri uzadı diye sevinebilir miyiz? Onu söküp atmak ve özgürce istediğimiz yöne koşmak mutluluğunu tatmak varken üstelik… Kız kardeşliği, hanım hanımcıklığı, anneliği, baştan çıkarıcı şeytanı, lanetli cadıyı geçmek ve yalnızca kendi hikayeminiz anlatabilmek için kaç şehir, kaç ülke, kaç anlamı bilinmeyen dua ve nereden türediği dahi hatırlanmayan geleneği geride bırakmamız gerekiyor? Biz kadınlar bir din adamının evinde kız kardeşlerimizle yalnızca kır manzarasını izleyerek yazma seçeneğinden fazlasına sahibiz artık. Peki ama deneyimlenecek başka ruhların arasına karışırken kendi hikayemizi kendi adımızla imzalamak için başka nelerden vazgeçmemiz gerekiyor?
Kapak fotoğrafı: jezebel.com/
Muazzam bir yazı olmuş, muazzammmm .