İlk yorumu siz yazın!
Martin Eden: Film ve Kitap Üzerine Bir İnceleme
Usta yazar Jack London’ın kaleminden künstlerroman geleneği (sanatçının sanatını icra ederken geçtiği yolları, aşamaları, zorlukları, güzellikleri anlatan romanlar) ile yazılmış ve Jack London’ın hayatından yer yer izler taşıması sebebiyle yarı otobiyografik bir eser olarak kabul edilen Martin Eden; 2019 yılında İtalyan-Fransız ortak yapımı olarak sinemaya uyarlanmıştı. 2019 yılında Luca Marinelli’ye Venedik Film Festivali kapsamında en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren film yine aynı yıl Toronto Film Festivali’nde de Platform Ödülü’ne layık görülmüştü. Ülkemizde de bu sene mayıs ayında İKSV ile İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime giren film büyük ilgi görmüştü. O halde gelin edebiyat dünyasının kült eserlerinden biri olan Martin Eden ve kitaptan sinemaya uyarlanan filmine yazımın bundan sonraki bölümlerinin kitap hakkında spoiler içerebileceğinin uyarısını yaptıktan sonra biraz daha detaylı bakalım.
Kitap, genç ve güçlü bir gemi işçisi olan Martin Eden’nın kendinden çok daha üst bir sosyal sınıfa ait olan Morse ailesiyle yollarının kesişmesiyle başlar. Martin, Morse ailesinin kızı olan Ruth Morse’a aşık olur ve bu aşk Ruth’la kendisi arasındaki kültür ve eğitim farkını kapatmak için Martin’e kendini geliştirme motivasyonunu verir. Kendini kitaplara, makalelere, dil bilgisi öğrenmeye adayan Martin; 4 saat uykuyu bile vakit kaybı olarak görür. Elinden gelen maddi ve manevi tüm imkanlar doğrultusunda kendini geliştirme sürecinde içindeki yazma hevesini fark eder. Bu hevesin içinde elbette Ruth’la ortak bir gelecek kurmak için belli bir ekonomik seviyeye gelme isteği de vardır. Fakat Ruth’un ve ailesinin beklentisi de Martin’in onların kafasındaki ideale uyan bir meslek edinmesidir.
Yazma tutkusu Ruth veya etrafındaki diğer insanlar tarafından destek görmeyen Martin, kendini yazmak dışında bir uğraşın, mesleğin içinde konumlandıramaz. Mutlaka çok önemli bir yazar olacağına inanan, kendi kalemine güvenen Martin Ruth’tan 2 yıl kendisine müddet vermesini ister ve amatörce başladığı yazılarının defalarca ret aldığı yazma süreci böylelikle devam eder. Bu süreç Martin’e gerçek edebiyatı, sanatı, burjuvanın ne kadarının gerçekten entelektüel, eğitimli ve bilge insanlar olduğunu sorgulatır. Zaman içerisinde ise kendisinin de dahil olmak için kendini adarcasına çabaladığı, imrenerek baktığı, büyük hayranlık duyduğu burjuva sınıfının birçoğunun aslında ne kadar sığ ve yüzeysel kişilikler olduğunun farkına varır.
“Geçmişte işçi sınıfına göre daha derli toplu görünen, iyi giyimli kimselerin zekanın iktidarına ve güzelliği takdir gücüne sahip olduğunu sanmakla ne büyük aptallık etmişti. Kültürün giyimle atbaşı gittiğine, üniversite eğitimiyle derin bilginin aynı şeyler olduğuna inanarak nasıl da kendini kandırmıştı.”
“Martin’i en çok şaşırtan şey onların cehaleti olmuştu. Ne olmuştu onlara? Eğitimlerini ne yapmışlardı? Kendisinin okuduğu kitaplara onlar da ulaşabilirdi. Nasıl olur da kitaplardan bir şey öğrenmezlerdi?”
Martin’in bu kişilik dönüşümüne, kendisinin çokça eleştirdiği ve sığ bulduğu burjuva kalıplarının dışında ama maddi anlamda güçlü bir karakter olan Brissenden ile tanışması ve onunla geçirdiği vakitler de katkı sağlar. Brissenden, bir anlamda gerçek ve değerli olan sanatın, edebiyatın hak ettiği yerde olamayacağına inanan ve yazdıklarını kendine saklayan bir karakter. Martin ise yayın dünyasına Brissenden gibi karamsar bakmaz ve yazdıklarını göndermeye devam eder. Bu süreç içinde Ruth, kendi beklentilerini karşılamadığını ve birbirleri için uygun olmadıklarını öne sürerek Martin’le olan ilişkisine son verir. Martin ilk başlarda kabul edemese de hala Ruth için çabalamaya durumu düzeltmeye çalışır fakat bunlar sonuç vermez. Yazmaya, yazdıklarını göndermeye ve ret almaya devam ettiği bu kısır döngü içerisindeyken bir gün talih döner ve bir yayın tarafından yazdığı bir eser yayınlanır. Bu olay ile birlikte Martin’in adı duyulmaya ve konuşulmaya başlar. Artan popülerliği ile birlikte birçok yayın evi, dergiler Martin’le çalışmak ister, kendisinden yazılarını isterler, uzun vadeli geleceğe yönelik anlaşmalar talep ederler.
Çok zorlu, kötü şartlarda ve sefil diye nitelendirebileceğimiz hayat koşullarına yazma tutkusu uğruna katlandıktan sonra kartopu gibi büyüyen bu başarı ve şöhret elbette Martin’e yüklü bir para da kazandırır. Fakat Martin bu başarıdan bir mutluluk duymaz çünkü aklında hep “Bu kitaplar, şiirler, makaleler daha önce yazılmıştı bunca zaman geri çevrildi neden şimdi değerli oldular” düşüncesi vardır. Uzun süre fikirleri önemsenmeyen, yazdıkları eğitimli insanlar tarafından sanatsal değerden uzak bulunan, destek görmeyen Martin, kelimesi kelimesine aynı yazılarıyla, savunduğu fikirleriyle değersiz bulan kişiler tarafından neden şimdi değerli bulunmuştur bunun cevabını kendi içinde hazmedemez.
“Martin’de içkin olan güzellik ve güç, onu baş tacı edip kitaplarını alan yüz binlere hiçbir şey ifade etmiyordu. Martin günün modasıydı; tanrıların onaylayıcı bakışları altında Parnassos’u yerle bir eden maceracıydı. Brissenden’in ‘Fani’sinin üzerine atlayıp paramparça eden ve şimdi aynı kabalık ve anlayışsızlıkla Martin’in yazdıklarını okuyan o yüz binler, o kurt sürüsü ise bu kez ısırmak yerine kuyruk sallayarak onu başlarına taç ediyordu. Kuyruk ya da diş, tamamen şans eseriydi. Oysa Martin’in kesin olarak bildiği tek gerçek vardı: ‘Fani’, kendisinin yaptığı her şeyden sınırsız kere daha üstündü.”
Eklemeden geçemeyeceğim, kitabın bu bölümleri bana gerçek dünyada da kendi döneminde eserlerine değer verilmemiş, hor görülmüş ama günümüzde oldukça el üstünde tutulan birçok şairi, ressamı, yazarı anımsattı ve Doctor Who dizisindeki Van Gogh sahnesini hatırlattı.
Martin’in yükselen şöhreti ve artan servetiyle birlikte kendi sınıfının standartlarını karşılamadığı gerekçesiyle ondan ayrılan Ruth, Martin’e geri dönmek ister. Fakat Martin bunun içten bir sevgiden veya gerçek bir duygudan olmadığı sadece para için olduğu gerekçesiyle kabul etmez. Bu diyalogla birlikte Ruth’a karşı gerçek bir sevgi beslemediğini kafasında yarattığı idealize karaktere bir hayranlık duyduğunu fark eder. Zaten bu dönemlerde de her şeye karşı hevesini kaybetmiş, hayattan bir heyecan duymayan, yazmayı tamamen bırakmış, günlerinin büyük kısmını uyuyarak her daim de uyumak isteyen, yaşamdan iğrendiğini söyleyen bir Martin Eden vardır karşımızda. Betimlenen bu psikolojik süreçlerle hepimizin tahmin edebileceği gibi denizlerden gelerek hayatımıza giren Martin yine denizlere dönerek bize veda eder.
Kitap ve film arasında ufak tefek eklentiler ve eksiltmeler dışında konu kapsamında çok büyük aykırılıklar yoktu bana kalırsa. Elbette görece uzun ve monologlarla, diyaloglarla dolu bir kitabı yaklaşık 2 saatte anlatmak için haliyle kitaptan bildiğimiz bazı nüanslara filmde yer verilememişti. Benim eleştiri getirebileceğim olumsuz bir nokta olarak, bizim kitaptan tanıdığımız birçok karakterin ismi değiştirilmişti örneğin Ruth Morse olarak tanıdığımız karakter filmde Elena Orsini olmuştu. Bununla birlikte kitaptaki Martin Eden filmdekinin aksine İtalyan değil ama tabii sonuçta bir uyarlama diyerek ikinci plana atılabilecek detaylar olarak kabul edebiliriz sanırım. Filminin müzikalitesi ve görselliği ise bence oldukça başarılıydı hatta bazı sahneler gerçekten tablo gibiydi diyebilirim bu bağlamda estetik olarak seyir keyfi yüksek film olduğunu düşünüyorum.
Gelelim kitaptaki Martin Eden’ın hayat seyri ve Jack London’ın kendi hayatıyla ilgili çok ses getirmiş benzerliğe. Martin Eden’ın kitabın sonunda intihar ederek kendi hayatına son vermesi ve Jack London’ın erken yaşlarda ve beklenmedik şekilde ani vefatından dolayı birçok kişinin aklına Jack London’ın Martin Eden’ı yazarken kendi hayatını yazdığını bu yüzden de onun da intihar ettiği gelse bile bunların asılsız olduğunu önceden Jack London’ın kitaba ilişkin yapmış olduğu açıklamalardan çıkarabiliriz. Şahsi fikirlerinin, yarattığı Martin Eden karakterinin tersi olduğunu, Martin’in savunduğu bireyciliğe ve Nietzsche’nin üstinsan fikrine yönelik bir saldırı niteliğinde eserini yazdığını hatta eleştirmenlerin bunları anlamamasından yakındığını, Martin’in intiharını ise bireyciliğin yenilgisi niteliğinde kurgusal anlamı olduğunu açıklamalarından anlayabiliriz.
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi çekebilir: Koray Kocer’den George Orwell
Martin Eden, beni çok etkileyen çok sevdiğim kitaplardan birisidir kesinlikle. Filmini duyduğumda da oldukça heyecanlanmıştım dolayısıyla. Ancak okuduğum eleştiriler beni filmden oldukça soğuttu açıkçası. Yazını okuduktan sonra izleme seçeneğini yeniden değerlendirebilirim🙂