Sıradaki Durak Paris: Woody Allen'dan Midnight in Paris
“Bu şehrin yağmurda ne kadar güzel gözükebileceğini düşünebiliyor musun?”
Avrupa turnesine İngiltere’de Match Point filmiyle başlayan, daha sonra Vicky Cristina Barcelona ile Akdeniz kıyılarına taşınan ve en son rotasını Midnight in Paris filmiyle Fransa’ya çeviren Woody Allen, halen kulağımıza sihirli sözcükler fısıldamaya devam ediyor.
Woody Allen’ın penceresindeki Paris manzaraları ile ısınma turları attığımız Midnight in Paris, daha ilk dakikalarında hayaller kurdurmaya başlıyor bize. Gil Pender’in sözleriyle açılan perde, seksi nişanlısı Inez’in ısrarlarıyla rutin bir Paris havasına sürükleniyor. Inez’in fazlaca turistik havasına şans eseri karşılaştığı aşırı entellektüel, üniversite aşkı Paul’da eklinince, Gil kafasındaki Paris’i asosyalliği içerisinde saklayarak kendine ait bir dünya arayışına başlıyor. Nitekim şarabın etkisine, Işıklar Şehri’nin çekiliği de karışınca, bir anda kendini koyu gölgeli binalar arasında dolaşırken bulur. Dinlenmek için durduğu sırada çalan gece yarısı saati, birilerinin kül kedisi masalını sonlandırırken Gil’i, 1913 model Peugeot’un içinde geçmişe doğru fantastik bir yolculuğa çıkmasını sağlıyor. Kendini bir anda 1920’lerin Paris’inde, bir çok ünlü yazar, ressam ve düşünürün, kısacası Jazz Çağı’nın efsaneleri arasında bulan Gil, bir yandan da sabah olduğunda döndüğü normal hayatının şaşkınlığını yaşamaktadır. Bu düzen içinde Inez’le arası iyice açılan Gil’in Paris hayalleri arasında başka bir kadın rol almaya başlar.
Klasik bir Woody Allen karakteri olan Gil, hayal dünyasında geçmişe dair heyecanların izlerini ustalıkla saklıyor. Kendi mum ışığında, şehrin altını üstüne getiren Gil’in karşılaştığı tipler, 1920’lerin Paris’inde seyirciye adeta festival hayası yaşatıyor. Peki kimler var bu cümbüşün içinde? Zelda ve Scott Fitzgerald, Cole Porter, Ernest Hemingway, Picasso, Dali, Luis Bunuel, Edgar Degas, T.S. Eliot, Paul Gauguin, Toulouse-Lautrec, Henri Matisse, Man Ray, Josephine Baker, Gertrude Stein ve daha fazlası… Bu olağanüstü isimler arasından Getrude Stein’e hayat veren Kathy Bates’in oyunculuk performansını kutlamak gerekiyor. Tabi bunun yanısıra Ernest Hemingway’e değinmeden de olmaz. Woody Allen onun olduğu bütün sahnelerde defalarca, erkeklik duygusunu ve ölüme meydan okumayı en ince esprilerle aktarıyor izleyicilere. Bu arada Ernest Hemingway’in 1. Dünya Savaşı’ndan sonra onur madalyası aldığını hatırlatmakta fayda var. Bu kahramanı bize sunan Corey Stoll’a da teşekkür etmeden olmaz.
Filmi kendi ekseni etrafında döndüren Gil Pender’i canlandıran Owen Wilson, Woody Allen’ın bütün senaryo detaylarının ve derin karakter özelliklerinin altından ustalıkla kalkarak, harika bir oyunculuk sunuyor izleyicilere. Gil’in nişanlısı Inez rolündeki Rachel McAdams, Hollywood düzeninin arasına sıkıştırdığı Paris gezisinin bütün turistik özelliklerini iyi bir oyunculukla yansıtmayı başarıyor. Karşımıza turist rehberi olarak çıkan Fransa’nın ‘First Lady’si Carla Bruni, filmin içerisine yerleştirilmiş başarılı bir Woody Allen motifi olarak göze çarparken, bu rüyanın içinde Gil’in kalbini kazanacak bir Paris kadınının yerini fazlasıyla dolduruyor. Diğer yandan Adriana rolüyle Marion Cotillard, hepimizi şaşırtan bir aşk yelpazesi ile karşımıza çıkmakta. Modigliani’nin metresi olup, bir ara Picasso ile flört etmiş, Hemingway’in kalbinde derin izler bırakmış ve en son, Gil’e duyduğu aşk ile devam eden şaşalı bir hikaye.
Sonuç olarak? 94 dakika boyunca, koca koca Paris anılarını yanımıza alarak sinema salonundan ayrılsak da, Woody Allen bir kez daha gün geçtikçe bizi saran hayallerini, izleyicilere en sıcak şekilde aktarmaya devam ediyor. Dönemsel geçişlere sığdırdığı ‘Altın Çağ’ vurgusu, geçmişe dönen yüzümüzü bir anda yaşadığımız zamana odaklamaya başlıyor. Çok uzaklara bakan ve kurulan hayallerin arkasından sadece el sallamaya başlamış günümüz dakikalarını ustaca bizden çalan üstada kocaman teşekkürler.
İlk yorumu siz yazın!