“Viral” Faktörü: Yeni Nesil Defilelerin Defosu
“Sami Miro’nun defile kapanışından tatmin olmadığımı söyleme iznim var mı? Coperni türevi olmaya çalışırken “wow” faktörünü tamamen kaybetmiş” diyor bir Twitter kullanıcısı New York Moda Haftasının açılış gününün son alkışları yankılanmadan. Tabii ki kastedilen CVFF (CFDA Vogue Fashion Fund) yarışması finalisti Sami Miro’nun ilk moda haftası defilesinin sonunda sergilediği performans. Seyirciler defileye en son çıkan modelin üstünde bir kot pantolon görüyor. Model podyumun ortasına kadar yürüyor ve Miro daha sonra kot pantolonu sahnede parçalara ayırıyor, ortaya çıkan ise pek de etkileyici olmayan yarım-bırakılmış pelerinli pantolonu andıran bir parça. Gerçekten de eski koleksiyonlarla kıyasla trend peşinde koşan parçalar çoğunluktayken, belki de en çok eşsizliği aradığımız platformda ortaya çıkanlar oldukça tekdüzeleşmiş durumda. Tasarımcılar artık o “wow” faktörünü kaybetmiş olabilir mi? Yoksa biz kitle olarak farklı bir arayış içinde miyiz?
“Wow” faktörü- yani podyumlarda yankılanan her topuk tıkırtısıyla bizi daha da çok meraklandıran, şovun bütün nabzının ölçüldüğü etken. Modayı daha çok gündelik bir hobi olarak takip edenler için bu faktör geçen sene Coperni tarafından Bella Hadidin podyum sahnesine sadece alt gövdesinin bir kısmını örten kumaş parçasıyla çıkması ve tasarımcıların üzerine önce boya olarak başlayıp Hadid’in bedenine temas ettiği anda kumaşa dönüşen sıfırdan bir başyapıt spreylemesiyle alevlendi. Öyle görünüyor ki; tasarımcıların bundan sonraki amacı o anki histeriyi tekrar yaratabilmek olacak. Belki de hedef kitle olarak geriye yaslanıp düşünmemiz gereken şey tam olarak aradığımızın ne olduğu. Nitekim artık yedi saniyelik tatminlikler peşinde koşarken yüzyıllardır modanın yapıtaşı olan zanaatkarlığı ve inceliği gölgelemekle ve hatta dönemimizin mirası olacak sanat eserlerinin gözümüzün önünde kaybolup gitmesi tehdidiyle karşı karşıyayız.
“Uzak bir ormanda ağaç devrilirse ve çevrede hiç kimse yoksa, ağaç devrildiğinde ses çıkarır mı?” 1700’lerde George Berkeley bunu söylerken şüphesiz Twitter dünyasını kastetmiyordu fakat bu söz modern dünyamız için ürkütücü bir yankı uyandırıyor. Sosyal medyanın özellikle pandemiden beri hayatımıza yoğun dahil oluşunun beraberinde getirdiği tanınmaya ve beğenilmeye duyulan doyumsuz açlık olduğu yadsınamaz bir gerçek. Eğer ortaya koyduğunuz sanat eseri sessizlik içinde, görülmeden ve paylaşılmadan var oluyorsa gerçekten artistik bir değer taşır mı? Daha da korkuncu- paylaşıldıktan sonra hiç ses getirmiyorsa bu sizin eseriniz hakkında ne söyler?
Doğası gereği toplumun nabzıyla iç içe geçmiş olan moda dünyası da şüphesiz bu çok haklı endişe ve korkudan nasibini almış durumda. Listelerden düşmeyen pop sansasyonlarıyla yapılan işbirlikleri (Dua Lipa ve Versace ikilisi), Asya dalgasını yakalamaya yönelik stratejik adımlar (Chanel’in en ünlü marka elçisi Jennie Kim ve Virgil Abloh’un Louis Vuitton Menswear için dijital defilesinde BTS üyelerinin yürümesi), Reality Şov kişiliklerinin evlilik yolcularının altına atılan imzalar (Dolce & Gabbana ve Kourtney Kardashian’ın dahiyane birlikteliği) ve hatta çağdaş pop kültürüne damgasını vurmuş gelgitlerin bir PR fırsatı olarak görülmesi (Kylie Jenner ve Jordyn Woods’un vahim ayrılıklarının ardından Acne Studiosta buluşmaları) gibi türlü yöntemlerle gündemde kalmaya ve konuşulmaya çalışan moda markalarının viral olma çabaları büyük resme bakıldığında sönük kalmakla yetinmiyor, odak noktasının kıyafetlerden iyice uzaklaşmasına neden oluyor.
Alexander McQueen’in 1999’da Shalom Harlow’un bembeyaz elbisesin ana karakter olduğu, iki robotun da bu elbisenin üstüne tasarımı boyayla fışkırtmasının seyircilerin nefesini kestiği ikonik defilesi ‘No.13’ gibi avangart moda gösterileri, o dönemde sürekli olarak sektör normlarının ötesine geçerek sahne arkasındaki yaratıcı süreçleri seyirciye sundu. Cüretkâr sunumlarıyla tanınan Fendi, 2007 yılında Çin Seddi’ne karşı bir defile düzenleyerek kültür ve couture’ü harmanlamış, sonrasında ise, Karl Lagerfeld Kreatif Direktörlüğü altındaki marka Roma’nın Fontana di Trevi’sinde gerçekleştirdiği defilesindeki podyumun mimarisi ile su üzerinde yürüyormuş gibi görünen modeller modanın gelişen sanatını gözler önüne serdi. Defilelerin tarih içindeki gelişimi 1950-60’ların Paris’indeki teatral prodüksiyonlardan 1960’lardaki görsel şölenlere ve 2000’lerin Victoria’s Secret defileleri ile gündeme gelen gösteri odaklı şovlara kadar bu dönüşümü işledi diyebiliriz.
Jean Paul Gaultier, Vivienne Westwood ve Alexander McQueen gibi tasarımcılar defilelerinde ‘Hikâye Anlatımını’ benimsemiş sayısız isimlerden öne çıkanlar. Gaultier’in küresel çeşitliliği kutladığı ‘Le Grand Voyage’ (2000) bunun en iyi örneklerinden. Westwood’un punk isyanı içeren ‘Pirates’ (1981) koleksiyonu ise konformist düşünceye karşı çıkan kreasyonları sunarak bu anlayışa önemli katkılarda bulundu. Bu vizyonerler, moda gösterilerinin modayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimimizi yeniden şekillendirdi, moda defilelerinin adeta yaşayan, nefes alan sanat formları olduğunu vurguladı. Bir defilenin sadece görsel bir pazarlama tekniğinden öte sanatsal ifade için bir tuval haline gelebileceğini sürekli olarak gösterdiler. Tasarımların sadece giysilerden ibaret olmadığını; daha büyük bir anlatının karakterleri olduğunu anlattılar. Defileleri aracılığıyla, kolektif düşünceyi kışkırtan bir ‘Hikaye Anlatımı’ gerçekleştirdiler. Günümüzün dijital çağındaysa, hikaye anlatımından uzak ‘şov’ tarafları tasarımcıların koleksiyonlarını yüceltmek için bir araç olmaktan ziyade viralite için incelikle hesaplanmış bir teknik haline gelmiş gibi görünüyor.
Buna karşın modanın sürekli değişen atmosferinde, podyumdaki viral anlar aslında bir bakıma podyum ve dijital alanı içiçe geçmiş parıltılı bir örgü haline getirmiş durumda. Günümüzün her viral kıvılcımıyla birlikte podyum, eskilerden beri bünyesine işlenmiş olan ‘ayrıcalık’ kavramına meydan okuyor. Artık sadece modanın seçkinleri için ayrılmış bir zemin olmaktan çıkan podyum, adeta demokratikleşiyor. Kâğıt üstündeki çizimlere yansımış yaratıcı ifadelerin zengin kumaşlar, uyumlu tonlar ve birbirinden farklı desenler ile hayata gelmesine iştah duyan herkesi ağırlıyor. Bu medyatik anlar değişim için bir katalizör görevi görerek tasarımcıları ve moda tutkunlarını yakınlaştırıyor, modanın özündeki birleştirici ruhu kutlamaya teşvik ediyor, bu vasıtayla kapsayıcılığı ve eşitliği bünyesine dahil etmesine neden oluyor. Tabii ki daima ufak ufak devrimleri ateşleyen, moda endüstrisini geçmişiyle hesaplaşmaya ve seçimlerini sorgulamaya zorlayan sosyal medya aktivizminin asi ruhunu da unutmamak lazım. Kuşkusuz bunun en güncel örneği, Karl Lagerfeld Met Gala’da onurlandırıldığında Kostüm Enstitüsü’nü sarsan kargaşayı ele alalım; tartışmalı geçmişi nedeniyle mercek altına alınan bir karar olmasıyla kalmamış bu temayla Met Gala’ya katılan birçok ünlü için sayısız düşünce yazısı yazılmıştı.
İşin ilginç yanı şu: moda dünyası kollarını daha geniş bir kitleye açtıkça, kaçınılmaz olarak yeni nesil tasarımcıları çağırıyor ve onları göz kamaştırıcı dünyasına çekiyor. Bu yeni yetenekler, sosyal medyanın viral dokusundan ilham alıyor, kendi çizgilerini yaratmaya ve vizyonlarını moda dünyasında ortaya koymaya cesaretleniyor.
Fakat yine de, moda tutkunları olarak bir zamanların Galliano’suna, Westwood’una karşı bir nostalji hissetmekten kendimizi alamıyoruz. Bir zamanlar zengin kumaşlar ve capcanlı renklerle harmanlanmış hikayeler aracılığıyla sanatsal ifadenin yansıması olan podyum, kısa süreli internet şöhreti arayışlarına, hızlı bir beğeni ve tıklanma telaşına yenik düşmüş gibi görünüyor. Moda her zaman toplumun kültürel değişimlerini ve sosyo-ekonomik gelgitlerini yansıtan bir ayna olmuş olsa da özünün bir parçasını kaybetmiş hissi uyandırıyor. Günümüzün influencer’larının geçici hevesleri gibi genellikle modanın derin sanatını pek de önemsemeyenler tarafından verilen yüzeysel çevrimiçi övgülerin cazibesine teslim oluyor.
Moda dünyası dijital dünyaya her geçen gün daha da uyum sağlamaya çalışırken, Coco Chanel’in zamansız bilgeliğini hatırlamakta fayda var: “Moda sadece elbiselerde var olan bir şey değildir. Moda gökyüzündedir, sokaktadır; moda fikirlerle, yaşama biçimimizle, olup bitenlerle ilgilidir.” Chanelden ilham alarak umuyorum ki modanın yıllarca detaylıca işlenmiş zengin dokusu, hikayeleri ve ilham kaynakları dijital gürültüden sıyrılsın, anlık tatminler ile modanın kalıcı mirası arasında bir denge bulsun. Her bir kreasyon bir hikâye örmeye devam etsin ve zamanımızın değişen ruhuna hitap etsin. Son olarak bize yüzeyselliğin altındaki sanatın dünyamızın derin ve sürekli gelişen bir yansıması olduğu gerçeğini hatırlatsın!
Ufak bir dipnot: Ben bu yazıyı düzenlerken moda haftasının son gününde çıkan Elena Velez koleksiyonunun sergilendiği defilede modeller çamur içinde birbirleriyle güreşip yuvarlanıyordu! Sanırım bu yolda işimiz oldukça zor…
Kapak Fotoğrafı: Grazia
İlginizi çekebilir: Chic Magger’dan Moda Her Şeyi Affeder mi?
İlk yorumu siz yazın!