theMagger.com'a kayıt olduğunuzda,
• theMagger’a keşiflerinizle katkıda bulunarak, yazar olup dilediğiniz konuda yazılarınızı yayınlayabilir ve kendi blog sayfanızı oluşturabilirsiniz,
• Yazılarını kaçırmak istemediğiniz yazarları, sevdiğiniz kategorileri ve ilginizi çeken etiketleri takip edebilirsiniz,
• Takip ettiğiniz yazar, kategori, etiket ve okuduğunuz yazılara göre size özel ana sayfa akışınızı oluşturabilirsiniz,
• İlginizi çeken yazıları sonra okumak için kaydedebilirsiniz,
• Yakınımdakiler bölümünden çevrenizdeki mekanlarla ilgili theMagger.com'da yazılmış yazıları görebilirsiniz,
• Yazılara yorum yaparak merak ettiklerinizi yazara sorabilir; fikirlerinizi yazar ve okurlarla paylaşabilirsiniz,
Bizimle birlikte pek keyifli bir keşif yolculuğuna çıkacağınızdan emin olabilirsiniz. Şimdiden hoş geldiniz!
yazmanın, fiziksel bir eylem olarak uhrevi boyutu neredeyse bir ibadet gibidir.. biraz abarttım ama benim içim öyle. Güzel yazı, elinize sağlık
Aslında çok faydalı bir tartışmaya giriyoruz. Tıbbi gerçekler ile toplumsal-kültürel ve politik süreçler arasındaki farklılaşmalar. Tıp sosyolojisi ilginç bir alandır ve bu dönemde de Covid-19 nedeniyle yeniden konuşulan bir alan haline geldi. Benzer bir durum aslında obezite ile de ilgili. Konunun sosyolojik olduğu kadar ekonomi-politik boyutu da var. Keza gıda endüstrisinden moda sektörüne, sağlık endüstrisinden estetik sektörüne kadar ciddi bir ekonomiden bahsetiyoruz. Öte yandan konunun şöyle bir tehlikesi var: Obezitenin tip-2 diyabet yaptığı veya meme kanseri riskini arttırdığına dair bir şüphe yok. Kilo arttıkça sağlık üzerindeki tehdit artıyor. Bu bir gerçek. Kilolu veya şişman veya obez, kişilere yönelik ayrımcılık yapılması da bir gerçek. Yine rakamlara boğmayacağım; obezite çok büyük oranda yaşam tarzından, yani kişinin hareketsizliğinden ve beslenme alışkanlığından kaynaklanıyor. Burada toplumsal ve kültürel etkenler de elbette rol oynuyor; psikolojik etkenler de devreye giriyor, örneğin büyük travmalar yeme bozukluğuna yol açıyor. Yine de kişisel sorumluluk çok önemli ve başat bir rol oynuyor fazla kilolu olmakta. WHO hareketsizliği uzun zamandır bir pandamı olarak tanımlıyor. Sigaradan farklı çevresindekilere zarar vermiyor. Size katıldığım nokta şu: hiçbir olguda olmaması gerektiği gibi fazla kilolu olma durumda da insanlar da ayrımcılığa, herhangi bir aşağılanmaya maruz kalmamalı ve evet istedikleri beden kıyafetleri bulmalılar. Tıpkı aşıya ulaşmada ve ana-çocuk sağlığında olduğu gibi (Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri No.3'de de dendiği gibi) eşit sağlık hizmeti almalılar. Öte yandan da konunun bilince olmalılar ve tercihlerini ona göre yapmalılar. Pazar sabahı erken kalkıp yürümek ile yataktan geç kalkıp bol nutellalı kruvasan yemek bir tercih ve her tercih gibi sonuçları var.
Bir süredir yeni işim gereği çok yoğun bir biçimde fiziksel aktivite, egzersiz ve haliyle de beden-kitle endeksi konuları ile haşır neşirim. Öncelikle kilo ve obezite bir fiziksel görüntü ötesinde çok ciddi bir sağlık sorunu. Burada uzun uzun WHO ve diğer kurumların araştırma ve yayınları bağlamında uzun uzun rakamlar vermeyeceğim. Fazla kilo bir sürü kanser yanında Tip-2 diyabet ve kalp damar hastalıklarının en önemli ilk üç nedeni arasında. Bazılarında ise birinci. Dolayısıyla burada hareket-beslenme-yaşam tarzı üçgeni içinde çok ciddi bir sorun söz konusu. özellikle 3.Dünya'da çocuk obezliği gelecek 10 yılın en büyük sağlık sorunu. Tartışmanın bağlamı maalesef günümüzün imaj döneminde estetik üzerinden yürüyor. O yüzden bence özellikle kilo ile ilgili durumu diğer konulardan (fazla kıllı olmak, doğuştan veya sonradan oluşan yara-izler, büyük burunlar vb.) ayırlamak toplum sağlığı için önemli. Başka bir deyişle birinin bel bölgesinin çapı onun toplumsal statüsünden ziyade her artan santimde kalp krizine biraz daha yaklaşmasını ilgilendiriyor. Tabi konu buraya gelince bu sefer de gıda endüstrisi, diyet endüstrisi ile karşılaşıyoruz ve konu daha çetrefilli bir hale geliyor.
Çok teşekkür ederim yorumunuz için. Tam da aynı his bende de oluştu: Kitap akmıyor, bunun nedenleri de yazımda kendimce anlatmaya çalıştım.
Çok önemli bir konu.. Ben de konunun şu elbiseyi al şu restorana git konusunun ötesinde olduğunu düşünüyordum. Bu insanlara ilgi günümüz insanının içinde bulunduğu sosyolojik ve kültürel durumundan kaynaklanıyor ki bu konuda bayağı antropolojik çalışma var.. Ben açıkcası hala insanların kötekten anladığını düşünen bir muhafazakar olduğum için sert örnek cezalandırmaların bir miktar etki yapacağını düşünüyorum. Tabi bu da çare değil, keza sorun kültürel ve toplumsal bir olgudan kaynaklanıyor.
Beyaz Kale benim için hala önemli bir dönüm noktasıdır. Hakkında intihal olduğuna dair eleştiriler oldu ama ben onun genel Orhan Pamuk düşmanlığı kapsamında olduğunu düşündüm. Bir de önerim mümkünse çevirilerini okuyun. Romanın evrenselliğini çok daha iyi kavrayabiliyorsunuz. İyi okumalar...
Üniversiteyken Fellini/Truffault kitabını okuduktan sonra kendisi hakkında daha da olumlu düşünmeye başladım. Yine de benim en favorilerim arasında değildir. Öte yandan Vertigo'nun yeri ayrıdır benim için. Bir de sinema ile ciddi ilgilenmeye, okumaya-yazmaya başladığımda ilk seyrettiğim Hitchcock filmi The Rear Window.
İtalyan sineması en sevdiğim sinemadır desem yalan olmaz. En sevdiğim yönetmen Antonionidir. İki büyük İtalyan yönetmen, Fellini ve Visconti de en sevdiğim 10 yönetmen arasında yer alır. Bisiklet Hırsızları ve biraz da Roma Açık Şehir dışında bu akıma ben ısınamadım. O doğallığı sinemaya pek yakıştıramıyorum. Nitekim kısa sürüyor. 1960 yıl bir dönüm noktası oldu İtalyan sineması adına: Fellini La Dolce Vita'yı, Antonioni L'Avventura'yı ve Visconti Rocco e i suoi Fratelli'yi çekti ve İtalyan Sineması efsanesi başladı. Dolayısıyla yukarıda saydığım iki film dışında akımdan çok hazmetmem. La Strada'ya gelirsek benim en sevmediğim Fellini filmidir ama ben onu Yeni Gerçekçilik'e göz kırpan ama Fellini'yi önceleyen bir film olarak görürüm. Dolayısıyla tipik bir neo-realismo değildir kanaatimce. Öte yandan akımın etkilerini özellikle de 3.Dünya Sinemaları'nda ve politik yapımlarda çokça görmek mümkün. Mesela Yılmaz Güney'in Umut filmi kendi içinde çok başarılı bir yeni-gerçekçi yapıttır ki Güney Sineması'nı hiç ama hiç sevmem ayrı. Uzun yazdım 🙂 elinize sağlık.
Köln'e iş gereği çok gittim ama açıkcası bu müzeyi ilk defa duydum. Tüm boş vakitlerimi sanat müzelerinde ve kitapçılarda geçirdiğimden kafamı kaldırıp bu cenneti farketmemişim. Bir daha Köln'e gider miyim bilemem iş dışında ama yolum düşerse ilk gideceğim yer burası olur.
Sosyal medya mesafesi de gerekli oldu bu pandemi döneminde. Çok önemli bir konuyu gündeme getirmiş durumdasınız. Tabi bizim gibi 'intimacy' konusunda sınırları olmayan bir toplumda iş fiziki alandan dijitale taşındığında kimi zaman taciz boyutunu alabiliyor.