Muz Cumhuriyetim: Bir Girişimcilik Hikayesi
30 yaşımda kariyer değişikliği yapmayı tercih ettim. Tanıdık hayatımı bir kararla sonlandırıp, başka bir şehirde başka bir hedefle yola devam etmek istedim. Ne mutlu ki ben bu dileğimi gerçekleştirebildim. 2020 tadımızı kaçıran, bize bambaşka deneyimler yaşatan bir yıl olsa da benim hedeflerimi gerçekleştirdiğim bir yıl oldu. Şimdi sizi başka bir arkadaşımla tanıştıracağım, o da 2020’de çok başka bir alanda kendine yaşam alanı sağlayan, markasını işini ürünlerini yolunu çok seven bir ODTÜ’lü. Bugün konuğum Hacer Deniz. Haydi sohbetimize ortak olun siz de!
Öncelikle iyi ki kabul ettin röportaj isteğimi! Hikayeni dinlemek eminim okuyucularımızı da heyecanlandıracaktır. Ben de detayları oldukça merak ediyorum doğrusu! En baştan başlayalım mı? Hacer’i bize anlatır mısın?
Ben çok teşekkür ederim heyecanımı ve hikayemi paylaşmama fırsat verdiğin, ve en zor sorudan başladığın için. 🙂 Ben Hacer, tam bir Akdeniz çocuğuyum aslında. Annem, Mersin’in en doğusunda olan Tarsus, babam da en batısındaki Bozyazı ilçesinde doğmuşlar, ben de medeniyet tarihi açısından çok zengin bir geçmişi olan Tarsus doğumluyum. 9 yaşıma kadar Mersin’de yaşadım. Babam idealist, mesleğini çok seven bir orman yüksek mühendisi ve 32 yıl Türkiye’nin en doğusundan en batısına kadar birçok farklı bölgesinde bürokratlık yaptı. O yüzden ben de tüm çocukluğum boyunca memur çocuğu olarak farklı şehirlerde yaşadım ve devlet lojmanlarında büyüdüm, Türkiye’de görmediğim hiçbir şehir yok.
Babam sayesinde hep doğaya ve ormanlara yakın oldum. Mersin’deki bahçelerde de her tatilde ve boş vakitte zaman geçirdiğim için toprak hep tanıdık bir yerdi benim için. Hayatım boyunca ülkenin hemen her yerindeki doğal güzellikleri görme ve keşfetme fırsatım oldu. Hala da vakit geçirmeyi en çok sevdiğim ve her fırsatta gittiğim yer ormanlardır. Liseye kadar yedi farklı okulda okudum. Birçok farklı şehirde onlarca arkadaşım, yaşantım ve anım oldu. Bence hayattaki en büyük zenginliğim de küçük yaşlardan itibaren farklı kültürler, yerler ve insanlar tanımaya alışık olmam ve uyum sağlamaya olan yatkınlığım. Bu beni her zaman yeni ve farklı olanı merak edip keşfetmeye yöneltti.
Küçük yaşlardan beri sanata, yazı yazmaya, okumaya meraklı biriyim. Bir süredir de kitap hazırlığı içerisindeyim, öykü ve denemeler yazıyorum. Üniversite döneminden beri oyunculuk ile de ilgileniyorum. Birçok farklı platformda bununla ilgili eğitimler aldım ve aktif olarak oyunculuk yaptım. Üzerinde çalıştığım diğer bir alan da yaratıcı drama. Yakın bir zamanda yaratıcı drama lideri ve eğitmeni sertifikasyonumu tamamlayacağım. Gurur duyduğum okulum ODTÜ’de ekonomi okudum. Sonrasında da Sabancı Üniversitesi’nde işletme üzerine yüksek lisans derecemi aldım. Onun üzerine de on yıl dünyanın en büyük hızlı tüketim ürünleri üzerine çalışan global şirketlerinden birinde çalıştım. Ağırlıklı olarak satış ve pazarlama ekiplerinin liderliğini üstlendim, on yıl boyunca yedi farklı pozisyon tecrübesi yaşama ve farklı lokasyonlarda çalışma şansım oldu. Yaklaşık iki buçuk yıl önce işten ayrıldım. O dönemden beri de kişisel ilgili alanlarım üzerinde zaman harcadım ve farklı projelerde danışmanlık ve eğitmenlik yaptım. Hala da takip ettiğim ve planladığım yeni projeler var. Bir de sosyal bilimlere olan ilgim beni bir alanda daha eğitim almaya yönelttiği için şu an sosyoloji lisans öğrenimime devam ediyorum, 2021’de mezun olacağım.
Profesyonel kariyerinde sen de bambaşka tercihlerle yoluna devam ettin? Çekindiğin, geri çekildiğin, zaman zaman tereddüt ettiğin zamanlar oldu mu?
Kesinlikle oldu, oldukça azalsa da hala da zaman zaman sorguladığım zamanlar oluyor; ama bunu son derece doğal karşılıyorum. Bizler içinde büyüdüğümüz eğitim ortamı, jenerasyon ve sosyal çevre açısından genel olarak belirli yaşam kalıplarının idealize edildiği bir dünyanın insanlarıyız. Maalesef ki çoğunlukla yeteneklerimize göre değil akademik başarıya göre bizleri tanımlayıp sıralayan bir eğitim sistemi devamında da ve “kariyer” adı altında liyakat, beceri ve performansın çoğu zaman öncelikli ölçüt olmadığı bir “statü yanılsama dünyası” içinde buluyoruz kendimizi. Hayat görüşümüz de bu çemberde tanımlanan kısıtlı yaşam dışında bir alternatif olmadığına yönünde gün geçtikçe daralabiliyor. Bu koşullarda yaşamış biri için de günümüzün en popüler kavramlarından biri olarak pompalanan “konfor alanından çıkmak” oldukça korkutucu bir seçim. Asla imkansız demiyorum fakat maalesef ki her konuşmada malzeme yapılıp bu kadar boyutsuz anlatılıp tavsiye edilecek kadar da kolay değil.
Ben şahsen hiçbir zaman kurumsal hayatı kötüleyen ya da dışlayan bir tarafta olmadım. Her sistemin olduğu gibi kurumsal hayatın da eleştirilecek ve iyileştirilmesi gereken çok yönü var. Kişisel olarak ben kurumsal yaşamdan çok fazla şey öğrendim, kendimi birçok açıdan profesyonel iş ortamında tanıyıp geliştirme ve dönüştürme fırsatı buldum. Benim hayatım için misyonunu tamamladığı anda ve öğrenme sürecimin sonlandığını hissettiğimde de vedalaşma kararı aldım ve hiç pişmanlık duymadım. Zor karar veren ve aslında risk almaya fazla yatkın olmayan biri olarak yaşamdan aldığım en büyük ders, değişime açık olmanın ve farklı deneyimlere izin vermenin “hayatta kalma” konusunda en güçlü motivasyon yolu olduğu.
Ben açıkçası uzun zamandır büyük, iddialı konuşmalara ve planlara çok fazla inanmıyorum. Ki salgın süreci tüm dünyaya şartların bir anda herkes için nasıl değişebileceğini maalesef ki kötü sonuçlarla gösteriyor şu anda. Bu noktada da benim için idealize edilip tanımlanmış bir ortam ya da iş yok artık. Kendimi üretken hissettiğim, öğrenme ve keşfetme sürecinin heyecanını kaybetmeyen, samimi bir ortamda her zaman çalışabilirim. Bu büyük uluslararası bir şirket de olabilir, yerel çok küçük bir işletme de. Önemli olan birilerinin bana hangi unvan ile seslendiği değil; benim uğraştığım işte üretken olup uğraştığım alandan zevk almam. Bu anlamda da şu an “Muz Cumhuriyetim” tüm beklentilerimi karşılıyor. 🙂
Gelelim Muz Cumhuriyetim’e… Ailenin uzun yıllardır sahip olduğu topraklarda bu markayı yarattın. Bu işe başlama süreci nasıl gelişti? Nasıl bir marka yaratmak istedin ve markanın ismini nasıl belirledin?
Açıkçası tüm hayatım boyunca toprakla çalışan ailemin emeklerini görerek ve bu dünyanın gerçeklerini dinleyerek büyüdüm. Türkiye’de çiftçi olmak, piyasa koşulları ve gelir yaratma açısından oldukça sıkıntılı bir durum. Tüketiciye ulaşmada kanal oluşturma sıkıntısı ana problem ve bu da emeğin ve riskin asıl sahibi olan çiftçinin hiçbir zaman emeğinin karşılığını almamasına neden oluyor. Uzun dönem büyük şehirlerde yaşadığım ve mutfakla da yakın bir ilişkim olduğu için, sebze meyve fiyatlarını yakın takip etmiş biriyim ve aradaki uçurum fiyat farkı benim için hep çözülmesi gereken bir problem olarak görünmüştür. Bu anlamda da Muz Cumhuriyetim’i kurarken ana amacım üretici olarak direk tüketiciye ulaşabilmekti. İkincisi de ürettiğimiz ürünlerin katkısız ve doğal yapısını, lezzetini paylaşma ve tanıtma isteğimi gerçekleştirmekti.
İsmin hikayesi ise şöyle: Yedi yıl önce işten izin alıp memlekete gittiğim bir gün muz bahçesinde çektiğim bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşmış altına “İşte benim Muz Cumhuriyetim” diye yazmıştım. O an, istediğim gibi özgür olup doğanın içinde olduğum mutlu bir anı olarak hafızamda kalmıştı. Ve o zaman, eğer bir gün böyle bir iş yaparsam tümüyle bana ait olan, özgürce karar verip davrandığım alan anlamında bu ismi kullanmayı hayal etmiştim. Kurumsal hayattan ayrıldığım ilk gün de aslında bu iş aklımdaydı, hatta o gün web sitesinin ismini satın almıştım. Sonrasında dönem dönem planlama yapsam da araya hep başka işler girdi. Salgın döneminde birçok proje duraklama yaşadı, ben de yeniden bu işe yoğunlaştım ve adım adım planlama yapmaya başladım. Logoyu bile kendi ellerimle destek almadan hazırladım. Adı, logosu, her şeyiyle bana ait bir marka oldu. Benim markamı üzerine kurduğum iki temel değer var; kalite ve samimiyet. Ürünlerimize olan güvenim tam ve ürünlerimizi tüketici ile buluşturma sürecinde oluşturduğumuz samimi ve güvenilir ortam da benim için çok kıymetli ve bu işin beni en motive eden kısmı. Bu nedenle de bu iki değeri en üst seviyede yaşatmaya devam ederek markamı büyütmeyi ve daha çok insanla buluşturmayı hedefliyorum.
Toprakla çalışmak, el emeğini bir değere dönüştürmek nasıl bir his uzun yıllar süren kurumsal hayat geçmişinden sonra? Seni en çok etkileyen, bu işi sevdiren yanlar neler oldu?
Toprakla çalışmak çok meşakkatli, sabır isteyen, içinde çok fazla risk barındıran bir iş. Örnek vermek gerekirse özellikle bizim ana ürünümüz olan muz oldukça hassas bir ürün ve yetişme sürecinde adeta bebek gibi bakım isteyen bir meyve. Hava koşullarına karşı çok hassas. Özellikle kış aylarında öyle zamanlar oluyor ki bahçede onlarca kişi ısı koruması yapmak için günlerce bahçede sabahlayıp fide ve meyveleri korumak için nöbet tutuyor. Bu çabaya rağmen doğanın karşısında çaresiz kaldığımız anlar da oluyor maalesef. Beklenmeyen anda gelen bir don, dolu ya da fırtına koca bir senelik emeği bir anda yok edebiliyor ki geçmişte defalarca yaşandı maalesef. Bunlar gerçekten de işin zor tarafları. Ama bunun yanında toprağın bereketine şahit olmak; fidesini diktiğiniz, emek verdiğiniz bir bitkinin büyüdüğünü, geliştiğini ve meyveye dönüştüğünü izlemek gerçekten büyüleyici bir his.
Kurumsal hayat şartlar her ne olursa olsun maaşınızı aldığınız, gelir endişesi hissetmediğiniz, çoğu zaman da yaratılan dünyada size sanki her şeyin kontrolünüz altında olduğu yanılsaması yaşatan bir ortam. Bu işte ise durum tam tersi. Her an kaybetme riskiniz var; doğa size emeğinizin kıymetli olduğunu ve karşılığının olacağını fakat kontrolün hiçbir zaman sizde olmayacağını yani aslında gerçek gücünüzü hatırlatıyor. Bence bu hayatla ilgili çok kıymetli bir öğreti. Bu anlamda da çok daha gerçekçi ve değerli.
Bir de işin benim için elbette duygusal yanı var. Dedem tam 60 yıl önce bizim hala muz yetiştirdiğimiz bahçemize ilk muz ağacını dikmiş. Sıfırdan hiçbir birikimi olmadan, başkalarının bahçelerinde çalışarak başlamış bu işe ve kendi emeğiyle büyütmüş bahçeleri. Şimdi onun çabasıyla büyüyen ve tüm ailenin gayretinin olduğu bu kıymetli ürünleri insanlarla buluşturmak, onların güzel geri bildirimlerini duymak, memleketimizi anlatmak ve tanıtmak bana büyük bir mutluluk veriyor. İşe başladığımızdan beri ürünlerin kalitesi ile ilgili aldığım güzel mesajları okumak, “Hayatımda şimdiye kadar hiç gerçek muz yememişim.” yorumunu duymak her şeye bedel!
İlerleyen dönemlerde Muz Cumhuriyetim’de bizi neler bekliyor? Eminim sen sektörel olarak yenilikleri takip ediyorsundur. Coğrafyaya uygun yeni ürünler veya yeni yan ürünler araştırmaların var mı? Geleceğe yönelik planların nelerdir?
Bu anlamda şanslıyım çünkü öncelikle bana destek olan, bölgenin ve toprağın koşullarını iyi bilen çok tecrübeli bir ailem var. Bahçelerimizde yetişen tüm ürünlerin en doğal halinde, insan sağlığına zararlı hiçbir katkı maddesi kullanmadan üretiyoruz ve bu nedenle lezzet standardını; sağlık ve beslenme açısından ürünlerin niteliğini korumak ilk ve en büyük önceliğimiz. Topraklar o kadar bereketli ki gerçekten çok fazla sayıda ürün yetiştirme imkanımız var ve yeni denemeler de yapıyoruz. Yurt dışından getirip yerelleştirmeye çalıştığımız ürünler olduğu gibi halihazırda var olan fakat henüz kitlesel üretim yapılmayan ürünler de var. Zaman içerisinde mutlaka yeni ürünler ekleyip, yerel lezzetleri olabildiğinde tanıtmak istiyorum. İsteklerimden biri de bölgede üreticileri bilinçlendirme adına iş birliği projeleri üretmek ve bölgesel kalkınmaya destekte bulunmak. Son olarak elbette “Muz Cumhuriyetim”’i daha fazla sayıda tüketiciye ulaştırmak, ürünlerimizle tanıştırmak için yeni ve farklı kanallar yaratmak üzerine çalışıyorum. Umarım birçok kişiyi yakın zamanda “Muz Cumhuriyetim’e hoş geldiniz” notumuzla karşılayabilirz.
Hacer’i Instagram’dan takip edebilir, Muz Cumhuriyetim’in rengarenk dünyasına göz atabilirsiniz! Sadece renklerin canlılığına, güzelliğine bile hayran kalacağınıza eminim.
Üretmek, bir dal meyveyi bile sevmek ne güzel! Üreten, iş veren, yaşayan, yaşatan herkese minnettarlıkla!
Kapak fotoğrafı: Instagram / @muz_cumhuriyetim
İlginizi çekebilir: Canan Keleş’ten Acar Datça Doğal Ürünler
Orta yaş kariyer dönüşümünde girişimci bir kadın olarak bilimsel alt yapımla çiftçilik yapmayı planlıyorum ben de. Bu yazıyı okumak güzel oldu benim için 🙂 Hacer hanımın yolu açık olsun ..
Sizin de yolunuz açık olsun!
Hayata okullarda kıyaslanarak ve de şunun gibi olursan mutlu olursun, çok para kazanırsan hayatta her dediğini yaparsın diyip diyip bizi bu konuma getirdiler. Üniversiteden mezun olduk, plazalar bize çok kuğul, havalı gelmeye başladı. Orda çalışırsan sen kral olacaktın, hafta sonun olacaktı en azından , yemek derdin olmayacaktı ticket vs imkanları vardı.... Derken derken girip çalışmaya başladın, hayatta kim olduğunu bilmediğin, potansiyelinin farkında değildin , hep kendini bir başkasının ayakkabısı içinde hissettin. Sonra yaş 30-35 oldu bir baktın vakit geçmiş, sen nerdesin, neden burdasın, hayat amacın ne gibi sorular kafanda duruyor. Girmeden önce sana havalı görünen o plazalar aslında karşılığında zamanın ve emeğini sattğın kölelikten ibaret olmuş, sende yaptığın işin senden çok zaman alması, stresi derken bulunduğun koltuktan artık mutsuzsun. Biraz birikmişliğin, bir de fikrin varsa eğer basıp istifayı kendini işini kurmaya karar verirsin yoksa da o köleliğe katlanmak zorunda hissedersin çünkü sorumlulukların vardır. Hacer Hanım ın da tam olarak yaşadığı ya da çoğumuzun yaşadığı bu :(, keşke daha küçük yaşlarda bizi kimse ile kıyaslamasalardı ve bizi kıyaslamak yerine potansiyelimizi keşfetmeyi gösterselerdi bizde meslek seçerken yanılgıya düşmeseydik , kimseye kölelik etmeseydik. Hacer Hanım elinde imkanı varmış kaçmış kendine marka kurmuş, çevreden destek almış işini büyütmüş, risk almış ve de bugün kü konumunda. Herkes Hacer Hanımın aldığı riskleri ne yazık ki ya maddi sebeplerden ya da farklı sebeplerden malesef alamıyor. Sonuçta üretim yapıyor , ülke dışından ürün getirip bu ürünleri ıslah etmeye çalışıyor güzel bir durum lakin ıslah edilecek bir ürünün yaklaşık 5-10 geçirmesi gerekir ki tamamen ıslahı gerçekleşebilsin 🙂 Birde organik furyası bu içinde Hacer Hanımı işin dışında tutarak dile getirmek istedim önüne gelen organik ürün üretip sattığını dile getiriyor. Organik ürün demek suni gübre-ilaç kullanmamak demek, ülkemizde meracılık yaparak yapılan hayvancılık azaldığı için gübre kısmını süni gübreden karşılıyoruz, ilaçlama yapıyoruz meyve ve de sebzelerden . Bu işin organik boyutunu üzgünüm ama düşündürüyor . Birde bu organik ürünleri tüketecek tabaka üzgünüm ki asgari ücret tabakası değil ne yazık ki, çünkü fiyat skalası çok ama çok fazla , alım gücü yetmiyor . Kısacası başta dedim ya, para, emek ve zaman karşılığında birilerinin iyi yaşamasına kölelik ediyoruz, Hacer Hanımın masraflarını tahmin edebiliyorum ama aklımda olan bir soru var madem organik üretim var gübreye para verilmiyor, ilaçlamaya para verilmiyor ürün fiyatı neden bu kadar yüksek, bu sizce de bir sorun değil mi? Güzel bir girişimcilik hikayesi gibi görünse de ben potansiyelinin farkına varmak olarak görüyorum, kendini mutlu hissetmediği bir noktada sorgulamalara maruz kalıp yol aramış ve de bu yolu bulmuş 🙂 , yazı için teşekkürler