

Necmi Sancak ile: Ayşe Filmi Üzerine Bir Sohbet
61.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi İlk Film seçilen ve Necmi Sancak’a En İyi Yönetmen Ödülü ile Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü’nü, Ayşe rolündeki performansıyla Binnur Kaya’ya En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren Necmi Sancak’ın ilk uzun metraj filmi “AYŞE”, uluslararası prömiyerini 13-22 Kasım tarihlerinde gerçekleşen 45. Kahire Film Festivali’nde yaptı. AYŞE, 11- 22 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek olan 44. İstanbul Film Festivali‘nin genç yönetmenleri desteklemek, yeni çalışmaları daha görünür kılabilmek için, yalnızca ilk ve ikinci filmlerini çeken yerli yönetmenlere açık olan ve Paribu’nun sponsor olduğu Yeni Bakışlar bölümünde yer alacak.
Binnur Kaya’nın Ayşe’ye hayat verdiği filmde, Rıdvan Sancak, Menderes Samancılar, Ali Seçkiner ve Şehnaz Bölen Taftalı rol alıyor. Yapımcılığını Necmi Sancak’ın üstlendiği filmin görüntü yönetmenliğini Meryem Yavuz, kurgusunu Osman Bayraktaroğlu, sanat yönetmenliğini Turgay Kutlu yaptı.Senaryosunu Necmi Sancak, Ahmet Sancak ve Binnur Kaya’nın birlikte yazdığı “AYŞE”, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, Down sendromlu kardeşi Rıdvan ile birlikte yaşayan ve benzin istasyonunda çalışarak geçimlerini sağlayan Ayşe’nin çelişkilerle dolu hikâyesini anlatıyor. Filmin yapım sürecine dair merak ettiklerimi yönetmen Necmi Sancak ile konuştuk.
Sondan başlamak istiyorum. Filmi Fatma Sancak’a ithaf etmişsiniz. Fatma Sancak kimdir ve neden ona ithaf ettiniz filminizi?
Fatma Sancak benim amcamın kızı. Kendisi 50 yaşlarında ve down sendromlu kardeşi Rıdvan ile beraber büyüdüler. Bu hikâyenin esin kaynağı kendisi, ondan esinlendik. Selim Ahmet Sancak ile filmin hikâyesini yazdığımızda Fatma ablayı hep canlandırarak yazmıştık. O yüzden filmi ona ithaf etmek istedik.
Filmin ortaya çıkış hikâyesini anlatabilir misiniz? Yola çıkarken aklınızda olan fikirlerin, düşüncelerin, duyguların yolculuğu yazım / yapım sürecinde nasıl dönüştü?
Kuzenimle beraber ilk hikâyeyi yazmaya başladığımızda gerçek hikâyeden tamamen farklı bir dünya yarattık. Başlangıçta Fatma abla ve Rıdvan’nın birebir hikâyesini yazacağız demedik. Onlardan esinlenerek down sendromlu ve özel insanlarla ilgilenen kadınların hikâyesine odaklanalım dedik. Bu hikâyeye odaklanırken Fatma ablada da gördüğümüz gibi çok fedakârlıklar içerisinde büyütüyorlar bu çocukları o kadınlar ve bu kutsal görev genellikle kadınlara kalıyor. O yüzden “Peki ya o kadınların başka bir hayat kurma ihtimalleri olsa ne yaparlardı?” sorusuyla yola çıktık.
Fatma abla 50 yaşına geldi. Biliyoruz çok duygusal bir kadın Fatma abla. Şiirler yazar, şarkılar söyler, melankolik bir havası vardır. Aşka, sevgiye yakındır. Peki Fatma abla âşık olsaydı ve kendisine bir hayat kurmak isteseydi acaba Rıdvan’a ne olacaktı, ona kim bakacaktı? Bu soruyla başlayıp sonrasına değişen hikâyeler ve sahnelerle en son bu hale geldi.
Ayşe’nin iki senaristi daha var, Ahmet Sancak ve Binnur Kaya. Onlarla olan çalışma sürecinizi anlatır mısınız? Nasıl bir çalışma düzeniniz vardı?
Hikâyeyi Ahmet Sancak yazdı. “Ben Fatma abladan böyle bir hikâye esinlendim. Kısa film olarak bunu yazmak istiyorum” dedi. Sonrasında beraber oturup kısa film hikâyesi olarak bunu geliştirdik. Yönetmenliğini Ahmet yapacaktı. Ahmet, maalesef hayat şartlarından dolayı ticarete atılmak zorunda kaldı. Ve “ben bunu yapmayacağım” dedi. O hikâyeyi bana devretti. Ben kısa film olarak çalışırken bundan uzun metraj olabileceğini fark ettim, ön gördüm. Ondan sonra bunu uzun metrajlı bir senaryoya çevirdim. O sırada senaryo danışmanlarıyla beraber çalışıp Ahmet Sancak’a yolluyordum. O yorum yapıyordu, onlar üzerine yeni versiyonlar yazıyordum.
Sonrasında filmde oynamak üzere Binnur hanımla anlaşınca kendisinden inanılmaz fikirler gelmeye başladı. Karakteri bizden daha iyi anladığını, sindirdiğini fark ettiğimde hemen Binnur hanımı mümkün olduğunca senaryoya dâhil etmeye çalıştım. Ve o kadar çok katkı sağladı ki kendisine siz de artık bu filmin bir senaristisiniz dedim. O da sağ olsun kabul etti, senaryo ekibimize dâhil oldu bu şekilde.
Down sendromu ve benzeri rahatsızlıklarla mücadele eden ailelere karşı olan malum tavırları ve yaklaşımları biliyoruz. Filminizden mekândan azade bir şekilde her yerde olabilirmiş hissi veriyor. Bu noktada empati duyulması zor bir hikâyenin zeminini oluştururken nelere dikkat ettiniz?
Senaryoyu yazarken Türkiye’de down sendromlu ve otizmlilerinin oranının yüzde on olduğuna dair bir data vardı elimizde. Yüzde yaklaşık sekiz milyona yakın bir nüfus ediyor. Bu sekiz milyonun içine giren bir sekiz milyon daha var. Yani 16 milyon kişi birebirde bu hikâyenin içerisinde. O yüzden izleyicilerin çok hızlı empati kurabileceğini düşünmüştüm. Ya akrabasında ya komşusunda vardır. Mutlaka gördüğü, şahit olduğu şeylerdir.
Hikâyenin dünyasını yaratırken de metropolün dışında bir köy hayatında değil de şehrin biraz kenarında kalmış, yine kapitalizmin, o düzenin içerisinde olan bir insanın hikâyesini anlatmak istedim aslında. O yüzden bir benzincide pompacı olarak çalışıyor. Ben filmin geçtiği Büyükçekmece’de Hadımköy bölgesinde oturuyorum. Orası yaklaşık 20 -25 yıl önce sadece iki üç tane köyün olduğu bir bölgeydi. Yavaş yavaş lüks villaların, apartmanların kurulup o köylülerin oradan ayrılma ve taşınma süreçlerine şahit oldum. Oraya ilk taşınanlardan birisiydim ben de. Orada küçük bir benzin istasyonu hep vardı. O benzin istasyonunu görüp acaba bu çevresel değişimi orada işleyebilir miyim diye düşünmeye başladım. Bu yüzden böyle bir mekân seçtik.
Oldukça etkili oyunculuklar görüyoruz filmde. Oyuncularla gerçekleştirdiğiniz prova ve çekim süreci nasıl bir etkileşim içerisinde gerçekleşti?
Çok fazla prova yapamadık. Kamera kurup çalışmadık ama birebirde Binnur Hanımla karşılıklı oturup, ben bir karakteri oynayıp o Ayşe karakterini oynayıp üzerinden geçtik. Zaten Binnur Hanım iki üç ayını Ayşe gibi yaşamaya başladığı için filmde gösterdiği performansın aynısını provalarda da gösteriyordu. Çekime girmeden önce Rıdvan bizim için soru işareti barındırıyordu. Hikâyeyi esinlediğin kişi Rıdvan, benim kuzenim. İki üç oyuncu koçu arkadaşımız iki üç ay öncesinden onunla çalışmaya başladı ve Rıdvan’a “oyuncu Rıdvan ol dediğimizde oyuncu Rıdvan olacaksın” komutunu verdiler. Bunu çok iyi idrak etti Rıdvan. Çekim süremizi dört hafta planlarken üç haftada filmi bitirebildik Rıdvan’ın performansı sayesinde. Kendisinden yıldız bir oyuncu çıkabilirim diye düşünüyorum ben.
Filmi izledikten sonra Rıdvan’ın reaksiyonu nasıl oldu?
Ağladı, çok duygulandı. Sarıldı bana. O zamandan beri bana “kahramanım” diyor. O yüzden benim için manevi değeri çok fazla oldu filmin. Rıdvan’ın filmdekinin tam aksine sosyal bir karakteri var. Şarkı söyler, dans eder, herkesle şakalaşır, oynar ama bu hayatta kendisini meşgul edecek çok bir şeyi yoktu. Ön hazırlıkla beraber yaklaşık iki aylık süreçte bir şey yaratmanın hazzını ve mutluluğunu yaşadı. Ondan sonrasında gördüğü ilgi çok hoşuna gitti, keyifliydi o yüzden onunla çalışmış olmak.
Oldukça dinamik bir kamera kullanımınız var filmde. Neredeyse her karede Ayşe’nin varlığını arıyor. Bu görsel tercihinizin nedenini öğrenebilir miyim?
İzleyicinin Ayşe’den kopmasını istemedim. Bu film Ayşe’nin filmi. Rıdvan’ı pasif bir karakter yapmamın sebebi de oydu. Çünkü down sendromlu özel biri oynuyor, o aktif olduğu anda bütün dikkat ona kayabiliyor. Gerçek hayatta da böyle oluyor. Kimse Fatma abla ve Rıdvan yan yanayken Fatma ablaya odaklanmıyor. Herkes Rıdvan’ a odaklanıyor, onu düşünüyor. Ben filmde herkesin tamamen Ayşe’ye odaklanmak istedim. Ayşe’nin duygularına, hayatına, kararlarına – kararsızlıklarına odaklanılmasını istediğim için görüntü yönetmenimiz Meryem Yavuz’un kamera kullanımıyla beraber hiç kaçırmadık Ayşe’yi. Hep ortada tutmaya çalıştık. Biraz da işe yaradığını, çalıştığını hissettim bu durumun. Görüntü yönetmenimiz Meryem, harika bir iş çıkardığını düşünüyorum gerçekten. Benim hocam olarak gördüğüm bir isimdir kendisi. Bana çok şey öğretti bu süreçte.
Filmin daha ilk sahnesinde mahalledekilerin down sendromlu kardeşi Rıdvan ile yaşayan ve benzin istasyonunda çalışarak geçimlerini sağlayan Ayşe’ye baskılarını görüyoruz. Sert bir aksiyonla başlıyor film ve izleyicisine bir mücadele hikâyesi izleyeceklerinin hissini veriyor. Başkalarının bakışları altına ezilen hayatlara karşı verilen bu mücadele hakkında neler söylersiniz?
Mahalle baskısı dediğimiz şeyi bir bakışla, cümleyle, hareketle hepimiz yaşarız. Filmde de bunu diğer tarafından görüyoruz. Müdür “cennetlik kızsın kısım. Rıdvan nasıl?” laflar ediyor, Rıdvan konusu hiç açılmamışken “Yorgun görünüyorsun Rıdvan yüzünden mi böylesin?” gibi sorular soruyor. Evlenme sürecinde olan çiftimiz ısrarla Ayşe’yi o evlilik sürecine dâhil etmek istiyorlar., Mahalleli tarafından Ayşe’nin yaptığı kutsal göründüğü için o kutsallıktan faydalanmaya çalışıyorlar aslında. O yüzden de Ayşe ekstra bir mahalle baskısı görüyor gibime geliyor. Onun dışında biz de söyleyeceğimiz her cümlede, her kelimede ekstra düşünerek davranıyoruz insanlar ne der diye.
Ayşe, kendisini için hayali olmayan ama başkalarının kendisiyle kurduğu hayallerin içinde olan biri. Ayşe’nin kendisi için hayal kurmak adına sizce bir uyanışa ihtiyacı var mı? Ya da Ayşe için bir uyanış ve belki kaçış mümkün mü?
O evlilik teklifini senaryoya koymamızın en büyük sebebi buydu. Kendisini hiç keşfedememiş, hiç hayal kurmamış bir kadın dışarıdan bir etkiyle hayal kurmaya başlarsa ne olur? Bir şeyler istemeye başlarsa ne olur? Bir beklenti oluşursa ne olur? Ve istediği şeye engel olabilecek bir unsur varsa, o unsurla nasıl mücadele eder? O unsur dediğimiz şey aslında Rıdvan. Çünkü hayal kurmasını o engellemiş hep, o süreçte onu fark ediyor Ayşe.
Son olarak filmle ilgili eklemek istediğin bir şey var mı?
Güzel bir film yaptığımızı düşünüyoruz. Bunu okuyacak genç arkadaşlarımıza söylemek istediğim bir şey var. Ben de genç bir sinemacıyım, daha ilk filmimi çektim. Film yapmak çok zor bir şey. Çok uğraştım, çok koşturdum. Onlar da çok uğraşacak, lütfen bırakmasınlar. Koşmaya devam etsinler. Mücadele etmeye devam etsinler. Başka işlere girsinler, başka işlerden yollarını mutlaka bir daha buraya çevirsinler. Filmi yaptıktan sonraki süreç çok daha stresliymiş, onu bilsinler.
Ben en büyük depresyonumu film bittikten sonra yaşadım. Neredeyse bir yıl boyunca evden çıkmadım. Filmin kurgusuyla uğraştım, filmin kurgusunu bittikten sonra festival başvuru süreçleri çok stresliydi. Redler geliyor, oradan hayır, buradan hayır… Bu filmi acaba birileri izleyecek mi? Hiç mi görülmeyecek ihtimalleri oluşuyor. Bu streslerle uğraşmak insanı mesleğinde soğutabiliyor, beni soğuttu o dönemlerde. Sonrasında bir güzel haberle yine o mutlulukla yine sinema yapma heyecanına ulaştım. Lütfen onlar bu mücadelede bunlarla yüzleşeceklerini bilsinler ve hepsini göğüs germeye çalışsınlar. Bırakmasınlar. Film yapmak güzel bir şey.
Kapak Fotoğrafı: Antalya Altın Portakal Film Festivali
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den I’m Still Here
İlk yorumu siz yazın!