İlk yorumu siz yazın!
The Neon Demon: Spotların Altında Kirli Bir Dünya
The Neon Demon insanlığın suçlu ve kirli dünyasını spotların hemen altında duran moda ve güzellik üzerinden anlatmaya çalışıyor. Görselliğin ön planda olduğu filmin Cannes’da “En İyi Soundtrack” ödülü aldığını da hatırlatmak gerek.
Söz konusu moda dünyası ve onun güzellik algısı olduğunda Anna Melikyan’ın Zvezda (2014) filmindeki moda dünyasını iyi bilen ve bir parçası olabilmek için vazgeçmeden çabalayan Masha karakteri gelir hep aklıma. Dönüp tekrar bakılacak bir güzelliği olmayan ama o yapay dünyaya adım atabilecek kadar ne yapması gerektiğini bilen güçlü genç kadının yerini hiçbir sinema karakteri dolduramayacak.
Genç bir kızın Los Angeles’a gelip kirli, hatta şeytani moda dünyasında nasıl boğulduğunu anlatan The Neon Demon (Neon Şeytan) renkli fırça darbeleriyle çizilip de izleyici önüne konmuş bir resim gibi. Farklı renkler, farklı tonlar, farklı detaylar ve farklı stillerle oluşturulan bu isimsiz tablo boş bir duvarda, ilk bakışta güzellik kavramının yapaylığını anlatan postmodern bir iş olmanın ötesine geçemiyor. Fakat postmodernliğin getirisi detaylardaki gizlere kaptırınca insan kendini, kaos içinde önemsiz görünen her bir parçanın önemi çıkmaya başlıyor ortaya.
Büyüleyici çekiciliğini görülmemiş bir güzellikten almıyor Elle Fanning’in canlandırdığı Jesse karakteri. İnsanları etkisi altına alan tarafı bembeyaz teniyle de vurgulanan masumiyeti, el değmemiş oluşu. Filmin birçok kez bekaretle ilişkilendiriyor gibi göründüğü masumiyet aslında onun ne bıçak altına yatmamış olması, ne ilişki yaşamamış olması ne de kasabadan büyük şehre gelen köylü güzelinin şaşkınlığı. Jesse’nin masumiyeti hayatta tek başına kalmış güçlü bir çocuğun kirli dünyayla henüz tanışmamış olması kaynaklı. Etrafındaki şeytanlar ise onu kandırmaya çalışan, hayatları üstlerindekilerin elinde olan ve varoluşlarını etrafındaki güzellikleri yok ederek garanti altına alan, yalnız modanın değil gerçek dünyanın çamuruna batmışların birer yansıması.
Zamanın durduğu sahnelerde yönetmen Nicolas Winding Refn arzu ettiği vuruculuğu sağlayamamış, kırmızı renginin farklı anlamlarını hep kanla anlatmaya çalışarak içinden çıkması güç bir karmaşa yaratmış olsa da techno müziği, neonun parlak ama sahte ışık ve rengini kullanışı itibariyle doğallıkla yapaylığın kesin olarak ayrıldığı bir atmosfer oluşturuyor. Fakat asıl farkı Jesse etrafına yerleştirdiği birbirinden güzel kadınları sıradanlaştırıp gerçekte büyüleyici bir güzelliği olmayan Fanning’in bembeyaz teni ve sapsarı saçlarını öne çıkararak gerçekten de etrafındakilerin sıradanlığından çok daha ayrı bir yerde tutarak yaratıyor. Jesse’nin kazandığı özgüvenle değişen duruşu ve bilincine vardığı doğallığını kullanması da Fanning’in oyunculuğundaki gelişimin bir göstergesi.
The Neon Demon moda dünyasını anlatan bir film için ortalama denebilecek, vasatın biraz üstünde bir düzeyde. Ancak güzellikten ziyade masumiyet üzerine durulduğunda daha farklı boyutlara ulaşan, sahneleri daha farklı anlamlar kazanan postmodern bir yapım. Özellikle de beyaz melek Jesse’nin “gökten” düştüğü havuz sahnesi dikkate değer.
IMDb Puanı: 6.2/10
İlginizi çekebilir: İzlemeniz Gereken Moda Filmleri
Bana göre diğer her tarafında çok fazla eksiği, hatası olan ama yine de görsel açıdan kusursuz bir filmdi. Yönetmenin estetik anlayışı gerçekten harika ama bir daha "Drive" noktasına erişebilecek mi bilmiyorum. Ha bir de, şu laf o kadar klişe-olmasına-rağmen-güzel ki tam da filmin kendisi gibi olmuş: "Beauty isn't everything. It's the only thing."