Nil Venditti ile: Orkestra Şefliği ve Kariyeri Üzerine
Bir orkestra şefi konserden aldığımız hazzı ne derece etkileyebilir? Güçlü iletişim becerisi, enerjisi, deli dolu heyecanı ve hiç tükenmeyecekmiş hissiyatı veren pozitif mizaca sahip bir şefse bunu kelimelerle anlatmak hiç kolay değil. Bu özellikleri arka arkaya sıraladığım takdirde ise aklımıza gelen ilk isim hiç kuşkusuz dünyanın önde gelen genç kadın orkestra şeflerinden biri olan Nil Venditti. Keza İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu, 2024-2025 sezonunda bizleri sevindiren bir gelişmeye imza atarak ve son derece doğru bir kararla CRR Senfoni Orkestrası’nın Daimi Şefi olarak sekiz konserde dinleyiciyle buluşacak İtalyan-Türk orkestra şefi Nil Venditti’yi duyurdu. Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt, Doç. Nil Kocamangil, Yiğit Özatalay, Kâmil Özler ve Can Kalaycıoğlu’ndan oluşan CRR Sanat Danışma Kurulu’nun titizlikle hazırladığı sezon programı, Venditti’nin Daimi Şef olarak seçilmesiyle daha da değerli oldu hiç kuşku yok ki. Ben de bu kapsamda sevgili Nil ile bir röportaj gerçekleştirerek kariyerine, orkestra şefliğine ve gelecek hedeflerine dair konuşma fırsatı buldum. Enerjisinin ve müziğe olan tutkusunun her bir cevabına içtenlikle yansıdığı röportajı keyifle okuyacağınıza eminim. İlham veren okumalar dilerim.
Sevgili Nil, öncelikle CRR Senfoni Orkestrası’nın ilk kadın daimi şefi olduğun için tebrik ederim. Röportajımıza dilersen ilk olarak bu konu hakkındaki duygu düşüncelerini öğrenerek başlayalım.
CRR’de Daimî Şef olmak, gerçekten bana büyük bir gurur ve heyecan veriyor. Neden? Çünkü öncelikle bu pozisyon Türkiye’de bir ilk. İlk kadın daimi şef. Bu çok önemli bir adım. İkinci olarak, ben bu orkestrayı çok seviyorum. İlk provalar ve açılış konseri o kadar güzel geçti ki bu pozisyona büyük bir gurur ve heyecanla bakıyorum. Her haftaya büyük bir mutlulukla başlıyorum. Hep geri dönmek, hep bu orkestrayla müzik yapmak istiyorum. Müziği paylaşmanın verdiği keyif tarifsiz. Bu pozisyon, benim için hayatımı daha da anlamlı hale getiriyor. Ve bundan dolayı gerçekten çok mutluyum.
2024-2025 sezonunda CRR Senfoni Orkestası’nın Daimi Şefi olarak sekiz konserde dinleyiciyle buluşacaksın ve 5 Ekim’de de piyanist Emre Şen’in eşlik ettiği konserle de ilk adımı attın. Senden bir de CRR Senfoni Orkestrası ile yolunun nasıl kesiştiğini dinlemek isterim.
İlk provalar ve ilk konserler dediğim gibi gerçekten çok çok güzel geçti. Her şey büyük bir mutluluk ve enerjiyle doluydu. Çok pozitif bir atmosfer vardı. Müziği büyük bir keyifle çalıştık ve birbirimizi tanıdık. Yani ben orkestrayı tanıdım, orkestra da beni tanıdı. Gerçekten harika insanlar ve çok güzel müzik yaptık. Emre Şen’le de inanılmaz bir paylaşım yaşadık. Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu’nu birlikte çaldık. Herkes çok mutluydu. Ama en güzel şey, bizim provaları pozitif bir enerjiyle ve büyük bir istekle yapmamızdı. Bu, benim için en değerli şeydi. Orada oturup seve seve müzik yapmak, günün o zamanını sadece buna ayırıp tamamen konsantre olmak… Bu gerçekten inanılmaz bir deneyim. Ve hepimiz için çok özel bir anıydı.
“CRR Senfoni Orkestrası ile bu sezon şunu başarmak istiyorum” dediğin bir hedefin var mı?
Var. Şimdi, ben isterim ki bu sezon bitsin ve İstanbul şöyle desin: “Bizim CRR’ye ihtiyacımız var.” Bu, benim için en güzel şey olur. Çünkü bir orkestra böyle olmalı; bir toplumun içinde bir ihtiyacı karşılamalı. Bir topluma orkestranın, kültürün, müziğin ve sanatın lazım olduğunu hissettirmesi gerekiyor. Ve ben istiyorum ki İstanbul şöyle düşünsün: “Ya, bize CRR lazım. Neden konser yapılmıyor? Neden orkestra çalmıyor? Neden Nil gelmiyor?” Böyle bir ihtiyacı hissetsinler. Konserler değerli olsun. Seyirciler için bir ihtiyaç haline gelsin. İşte, bu benim için en büyük mutluluk olur.
Bugünü konuştuğumuza göre şimdi biraz takvim yapraklarını geriye çevirelim dilersen. Notalarla yolunun o ilk kesiştiği an ve sonrasındaki serüvenini de merak ettim açıkçası.
Aslında ben hiç orkestra şefi olmak istemedim. Gerçekten çello çalmakla çok mutluydum. En sevdiğim şey orkestrada çalmak, arkadaşlarımla birlikte müzik yapmak ve orkestranın içinden ses çıkarmaktı. Bu bana büyük bir keyif veriyordu. Bir gün Roma’da bir şaka yaptılar. Çellistler orkestra şefine sordular: “Bugün Nil yönetsin mi?” Ama bu kötü bir şakaydı. Çünkü benim şef olma gibi bir niyetim yoktu, kafamda böyle bir fikir bile yoktu. Sonra şef gerçekten beni çağırdı. Hiçbir şey bilmeden, tamamen hazırlıksız bir şekilde orkestrayı yönettim. Ve gerçekten çok kötüydü, aşırı kötüydü. Herkes güldü. Ama sonra şef dedi ki: “Bence bunu bir düşün. Neden şefliği denemiyorsun? Belki bu alanda bir şeyler yapabilirsin.” Ben de ona dedim ki: “Hiç düşünmedim.” O da beni kendi hocasına yönlendirdi. Böylece başladım.
Bir sene sonra, 2015’te İtalya’da Premio Bado yarışmasını kazandım. Ondan sonra konserler, orkestralar, turneler derken işler çok hızlı ilerledi. Her şey çok güzel gelişmeye başladı. İyi ki de oldu. Bu tamamen bir kader gibi. Çünkü şimdi şeflik olmadan yaşayamam. Onsuz müziği bu kadar derin anlayamazdım. Şeflik, müziği ve bestecinin neden yazdığını, müziğin değerini ve nasıl konuştuğunu anlamak için inanılmaz bir fırsat sunuyor. Şeflik müziği daha iyi anlamanın anahtarı. Çünkü şeflik, müziğin nasıl çalıştığını ve nasıl daha iyi yapılabileceğini öğrenmenin en iyi yollarından biri. Tabii ki bir besteci olmak da bunu sağlar ama ben besteci değilim. O yüzden, şeflik benim için doğru yol oldu. Şimdi hayatımın bir parçası. Artık her gün elimde bir partitür var. Her gün onunla yaşıyorum, onunla dünyayı görüyorum ve bu hayatı çok seviyorum.
Müzik eğitimine başlayan birinin ilerideki hedefleri arasında piyano, keman, viyola, viyolonsel veya flüt gibi orkestra içinde nispeten daha baskın olan müzik aletlerini çalmak yer alıyor. Sen de kariyerine 6 yaşında çello çalarak başladın fakat daha sonra yolculuğun “orkestra şefliği” üzerinden ilerledi. Bu geçiş süreci nasıl gerçekleşti ve orkestra şefliğinde seni kendine çeken ne oldu?
Evet, bu çok güzel bir soru. Şimdi, farklı orkestralarla çalışmak ve onları yönetmek nasıl bir şey? Bu konuda benim öğretmenim Zülfikar Yohannes Leflich’e bir kere sordum: “Hocam, ben bir orkestraya gidiyorum, küçüğüm, onlara ne diyebilirim? Zaten o parçaları bin kere çalmışlar, biliyorlar. Ben ne ekleyebilirim? İlk kez yapıyorum.” O bana dedi ki: “Nil, hiç böyle düşünme. İlk şey, sen her zaman yüzde 100 kendin olacaksın. Severler ya da sevmezler, bu önemli değil. Ama sen kendini ve müziğini götüreceksin. Çünkü sen bir başkası değilsin.” Bu çok önemli bir noktaydı. Hayatta hiçbir insan diğer insanla tamamen aynı değildir. Aynı şey müzik için de geçerli. İnsanlar farklı olduğu için, müziği de farklı görürler. Herkesin hayatı farklıdır ve bu, müziği nasıl anladığını etkiler. Sana o müzik farklı bir hikaye anlatır çünkü senin hayatın farklıdır.
İtalyan bir baba ve Türk bir annenin çocuğu olarak İtalya’da doğdun fakat Türkiye ile de bağların hiçbir şekilde kopmadı. Birbirine yakın pek çok ortak noktası bu iki kültür senin kişiliğini nasıl şekillendirdi? Doğup büyüdüğün ailen müzikte ilerlemen konusunda seni nasıl destekledi?
Yani, bu iki ülke bana gerçekten çok güzel geldi. Çünkü hem çok farklılar hem de çok benzerler. Mesela insanlar sıcak, yemekler harika, ülkeler inanılmaz güzel. İtalya ve Türkiye gerçekten aşırı güzel ülkeler. Ama tabii ki, aralarında büyük farklar var. Mesela müzikte… İtalyan müziği dediğinizde opera akla geliyor, Türk müziği dediğinizde ise folklor ve Türk ritimleri. İkisi de çok farklı dünyalar. Ama bu iki kültür bana çok değerli geliyor. Neden? Çünkü bu iki farklı dünya benim için bir araya gelerek tek bir dünya oluyor. Ve bu benim hayatımı inanılmaz zenginleştiriyor. Hayatım, bu iki ülkeden gelen kültürle dolu. Müzik açısından da bu bana çok şey kattı. Mesela Türk müziğindeki ritimler Avrupa için çok zor. Çünkü gerçekten çok farklı. Ama bana zor gelmiyor, bana kolay geliyor. Çünkü çocukluğumdan beri bunları duydum. Yollarda, radyoda… Hep bunlarla büyüdüm.
Öbür taraftan, Avrupa’da okumak bana müzik eğitimi açısından çok şey kattı. Avrupa’daki müzik okulları daha iyi, daha sistemli. Tabii ki İtalya müziğin doğduğu yer. Opera İtalya’da doğdu. Sonra İsviçre’de ve Almanya’da senfonik repertuvar üzerine çalıştım. Bütün bunlar, müzikal bilgi ve yetkinliğimi çok geliştirdi, beni daha profesyonel bir seviyeye taşıdı. Ama Türk müziğinden de çok şey öğrendim. Şimdi bu iki ülkenin, bu iki farklı müziğin ve hayatın bir araya geldiği bir hayat yaşıyorum. Gerçekten çok dolu bir insan olduğumu hissediyorum. Mutlu, dolu ve her iki ülkeden de güzel şeyleri görebiliyorum. Çünkü iki ülkeden gelen farklı farklı ama çok güzel şeylerle büyüdüm. Bu yüzden bana her şey çok doğal ve kolay geliyor. Bu iki dünya bana zengin bir hayat sundu. Ve bunun için gerçekten çok şanslıyım.
Zürih Sanat Üniversitesi’nde viyolonsel ve orkestra şefliği eğitimini tamamladın. Genç yaşında ise Stuttgart Oda Orkestrası, Berlin Konzerthaus Orkestrası, BBC Senfoni Orkestrası, BBC Galler Ulusal Orkestrası, Hiroşima Senfoni Orkestrası gibi dünyanın önde gelen orkestralarıyla çalıştın. Ayrıca bu sezon Royal Northern Sinfonia’nın Baş Konuk Şefi pozisyonunu da üstleneceksin. Farklı coğrafyalarda birbirinden farklı orkestralarla çalışmak bugüne kadar sana nasıl tecrübeler kazandırdı peki? Orkestra yapıları, yakın oldukları ekoller, kültürel kodları ve çalışma prensiplerine nasıl uyum sağladın? Ya da o orkestralar sana nasıl uyum sağladı?
Benim durumum da biraz böyle. Yarı İtalyan, yarı Türk’üm. Dünyam çok büyük ve renkli. Yarı Batılı, yarı Orta Doğulu bir geçmişim var. Bu da müziğe bakış açımı çok renklendiriyor. Müzikleri çok ama çok renkli görüyorum. Bu yüzden ben yüzde 100 kendim oluyorum. Bazen insanlar seni sever, bazen sevmez. Ama diyelim ki 100 konser verdim; 97’sinde orkestralar beni sevdi, üç kişi sevmedi. Bu da normal. Herkes sevmek zorunda değil. Ama asıl önemli olan kendin gibi olmak.
Tabii ki saygı çok önemli. Yeni bir kültüre, yeni bir topluma, onların kurallarına, insanlarına saygı göstermek. Aynı zamanda merak da gerekiyor. Onlardan öğrenmek lazım. “Onlar bu hayatı nasıl görüyor? Beethoven’i nasıl çalıyorlar? Neyi farklı düşünüyorlar?” Bu sorularla provaya gidersen, o zaman onlar da sana saygı gösterecek. Çünkü sen onlara saygı gösteriyorsun. Her hafta çalışırken bu şekilde ilerliyorum. Kendimi götürüyorum ama zihnimi açık tutuyorum. Onların bana ne vereceğini, geleneklerini, düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Ve işte böyle bir collaboration başlıyor. Yani en iyi konserler, aslında bu şekilde ortaya çıkıyor.
Bildiğimiz üzere orkestra şeflerinin bir enstrümanı yok. Konser anında elindeki baton sayesinde o topluluğu yönetiyor, icra edilecek eserin yorumlanış tarzına karar veriyor ve orkestrada yer alan her müzisyene gerekli gördüğü ritim ve nüanslar konusunda yönlendirme yapıyorsun. Pek sen batonunla olan o özel bağına dair neler söylemek istersin?
Aslında benim ilişkim batonla değil, sesle. Yani, müzik geliyor ve bir ses var ya… Sound. Ben şimdi Türkçe “ses” diyeyim ama tam kelimesi gelmiyor bana. İlişkim sesle. Gerçekten her orkestranın kendine özgü bir sesi var. Müzisyenler çalınca ortaya bir ses çıkıyor ve bu sesin bir ağırlığı oluyor. İşte benim ilişkim tam da bununla, o ağırlıkla. Bunu şöyle anlatayım: Siz bir bardağı buradan oraya taşırken o bardağın bir ağırlığı var, değil mi? Başka bir bardağı aldığınızda, o bardağın ağırlığı farklı. Siz de onu farklı taşıyorsunuz. İşte orkestra da aynı. Orkestranın sesi, onun ağırlığı… Bu orkestranın karakteri. Ve o sesle, o ağırlıkla iletişim kuruyorum. Bu sanki bir dans gibi. O sesle dans ediyorum. Bazen sesi itiyorum, bazen çekiyorum. Bazen sesi daha hafif yapıyorum, bazen daha güçlü. Ellerimle o sesi adeta şekillendiriyorum, onun formunu oluşturuyorum. İşte bu yönetmek. Ellerimle sesi gerçekten dokunuyormuş gibi hissediyorum, onu şekillendiriyorum. Bu iletişim inanılmaz bir şey. Gerçekten çok büyülü, çok sihirli bir şey. Ve bu yüzden şef olmak hem çok özel hem de çok enteresan. Çünkü bu, sadece müziği duymak değil; o sesin ağırlığını hissetmek, onu yönlendirmek, taşımak. Onlar çalıyor ama sen o sesi alıyor ve sanki buradan oraya taşıyorsun. İşte bu, benim için şefliğin en güzel yanı. Gerçekten büyüleyici.
Bir orkestra şefi olarak çalışma rutinini paylaşabilir misin? Bunun planlamasını nasıl yapıyorsun? İlk kez birlikte sahne alacağın bir orkestra veya yöneteceğin bir eser için provalara nasıl hazırlanıyorsun? En nihayetinde orkestra yönetmek ciddi bir efor ve sağlam bir irade de gerektiriyor. Bu noktada seni zorlayan faktörler var mı?
Benim günlerim nasıl? Eğer orkestra provası yoksa sabah hemen uyanıyorum, saat sekiz buçuk ya da dokuz gibi başlıyorum. Günüm tamamen bir orkestra partisinin üzerinde çalışmakla geçiyor. Bazen sadece yemek yemek için kalkıyorum ama geri kalan zaman gerçekten yedi, sekiz, dokuz hatta 10 saat boyunca partinin üstünde çalışıyorum. Biraz parti üzerinde çalışıyorum, biraz piyano çalıyorum, biraz çello çalıyorum… Ama bütün gün böyle geçiyor. Sonra genelde spor salonuna gidiyorum, biraz spor yapıyorum, yemek yiyorum, duş alıyorum ve yatağa gidiyorum.
Eğer orkestra provası varsa sabah kalkar kalkmaz provalara gidiyorum. Sabah provadan sonra genelde kaydediyorum, eve dönüp kayıtları dinliyorum ve üzerinde çalışıyorum. 6-7 saat ders çalışıyorum, sonra yemek ve tekrar yatak. Hayatım biraz sıkıcı görünüyor ama ben çok seviyorum. Yeni parçalar nasıl çalışıyorum? Aslında ben parçaları sadece konserden önce çalışmaya başlamıyorum. O parçalar üzerinde yıllardır çalışıyorum. Mesela siz benden bir Beethoven 7. Senfoni duyuyorsunuz. Ama ben bu eseri ilk kez 2014’te yaptım. Yani artık 10 senedir bu parça üzerinde çalışıyorum ve size getirebilmek için bu kadar uzun bir süreç gerekiyor. Bir parçayı yıllar öncesinden çalışmaya başlıyorsunuz. Yıllar sonra o parçayı sahneye götürüp bir orkestrayla paylaşıyorsunuz. Gerçekten bu çok uzun bir süreç. Her gün eğer prova varsa 3-4 saat prova yapıyorum, sonra altı saat ders çalışıyorum. Prova yoksa 10 saat ders çalışıyorum. Her gün böyle. Tatil yok, pazar yok, bir şey yok. Her gün çalışıyorum. Çünkü sahneye çıktığınızda herkes diyor ki: “Aa, bu parçayı ne kadar iyi biliyor!” Ama kimse bilmiyor ki o parçayı senelerce çalıştım. İşte, sahnede o anı yaratabilmek için bu kadar uzun bir süreç gerekiyor.
Bu röportajı okuyan okurlarımızdan mutlaka merak edenler vardır. Konserde eserin icrasında müzisyenlerin önünde notalar mevcut. Bu da esasında bazen zihinlerde “Acaba şef olmasa da orkestra bu eseri icra edebilir mi? Müzisyenler zaten şefe bakmıyor ki. Şefin batonuyla yaptığı her hareket müzisyenler tarafından dikkate alınıyor mu?” gibi soru ve düşünceleri oluşturabiliyor. Bu konuya dair akıllardaki soru işaretlerini ortadan kaldırmak ister misin?
Tabii ki, orkestra şefsiz çalabilir. Sonuçta orkestradaki herkes zaten müzisyen. Şefsiz çalmaları mümkün. Dediğiniz gibi, ellerinde notalar var. Hatta notasız bile, o müziği bildikleri için çalabilirler. Aslında bazı durumlarda, bazı orkestralar ve şeflerle şefsiz çalmak daha iyi bile olabiliyor. Böyle şeyler de var. Ama şimdi, şef orada ne yapıyor? En basit haliyle tempo veriyor. Ama evet, tempoyu orkestra kendi başına da ayarlayabilir. Peki şef neden orada? Çünkü şef sadece tempo değil, bir vizyon veriyor. O müzikle nereye gitmek istiyoruz? Neden bu müzik önemli? Neyi ortaya çıkarmak, neyi dinletmek istiyoruz? Müzikte 60 kişi çalıyor. Ama hangi zamanda kimi dinleyeceğiz ve neden? İşte bu sorular çok önemli. Çalmak bir şeydir ama neden çaldığını, neyi anlatmak istediğini bilmek başka bir şeydir. Bu bir hikaye anlatmak gibi.
Mesela siz bir kitap okuyorsunuz, kelimeler var, Türkçe biliyorsunuz ve hikayeyi anlıyorsunuz. Ama müzikte kelimeler yok. Benim için notalar kelimeler gibidir. Ve şefin işi, o kelimeleri anlamlı hale getirmek. Hangi kelimeyi kullanıyoruz? Bu cümleyi nasıl okuyoruz? Mesela bir kitap okuyorsunuz. Siz mi okuyorsunuz, yoksa o kitabı yazan ünlü bir şair mi okuyor? Çok farklı bir deneyim olur değil mi? Kelimelere verdiğiniz anlam, vurgular, anlatmak istediğiniz şeyler… Bunlar hep değişir. İşte benim işim bu. Cümleleri, kelimeleri ve hikayeyi anlamlandırmak. Müzik nereye gidiyor? Neden? Ne demek istiyor? Şef, orkestraya bu vizyonu verir. Tabii ki basitçe tempo veriyorum ve hareketlerimle bir notayı ya da bir giriş anını işaret ediyorum. Ama bu çok temel bir şey. Şef olmadan da bu yapılabilir. Ancak müziğin anlamını, değerini ve hikayesini orkestraya iletmek… İşte bu şefin işi. Ve bu, orkestrayı şefsizden farklı kılan en büyük şey.
Yönettiğin eserin salondaki dinleyici üzerinde bir etki bırakması adına senin için teknik anlamdaki kusursuzluk mu yoksa duyguların ve orkestrayla birlikte esere kattığın ve onu daha kanlı canlı yapan yorum gücün mü daha önemli?
Yok, tabii ki teknik çok önemli. Birlikte iyi bir performans sergilemek, güzel bir konser yapmak için teknik olmazsa olmaz. Ama aslında seyircilerin asla unutmadığı şey, teknik değil. Çünkü tamam, güzel bir konsere gittin, eve döndün… Hayatta çok güzel şeyler var. Bir konser başka bir konserin içinde kaybolabilir. Ama bir konseri nasıl unutmazsın? İşte burada ben hep değerden konuşuyorum. Neden o konsere gittik? O parça neden çalındı? Ne demek istediler? Orkestra nasıl çaldı? Müzik herkesin içine dokundu mu? Herkes orada olmaktan keyif aldı mı? Eğer bu enerji, bu coşku orkestra tarafından seyirciye geçerse, işte o zaman seyirci de orada olmak ister. Çünkü bu deneyimi hissetmek, bunun bir parçası olmak ister. Bu, hayatının bir parçası gibi gelir. Bu çılgın, crazy müzik dünyasının içinde yer almak ister. İşte böyle bir şey, konseri unutulmaz yapar. Ben hep söylüyorum, seyirciye neden bu parçayı çaldığımızı, neyi dinlediklerini, nelere dikkat etmeleri gerektiğini anlatıyorum. Çünkü bu besteciler bir parça yazdı, evet ama o parçanın içine hayatlarını koydular. Bunu anlatmak, bunu anlamak çok önemli. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Ve sonra gerçekten herkes çok memnun kalıyor. Çünkü enerjiyi asla unutamazsın. Seyirciler konsere gelir ve konserden çıkarken sanki içlerinde bir çocuk gibi, yepyeni bir enerjiyle dönerler eve. İşte bu, bir konseri unutulmaz yapan şeydir.
Eminim ki çok kişi için “orkestra şefliği karizması” diye bir gerçek var. Orkestra şefi olmak gerçekten bu derece yıldızı parlak bir olgu mu? Arka plana geçtiğimizde ne tür zorluklar mevcut?
Yani evet, tabii ki şef olmak çok güzel bir şey. Ama çok karizma ve güçlü bir kişilik lazım. Bu, öğrenebileceğin bir şey değil. Yani ya doğuştan böylesin ya da değilsin. Karizma, kişilik… Bunlar ya vardır sende, ya yoktur. Öğrenmekle olmuyor. Hayat mükemmel güzel. Dünyayı görüyorsun. Farklı ülkeler, farklı insanlar, farklı müzikler… Çok güzel yerler, oteller, uçaklar… Mesela yazın Japonya’ya gittim, şimdi Kanada’ya gidiyorum. Amerika, Türkiye, Avrupa… Her gün valizle bir yere gidiyorum. Harika bir şey. Ama diğer taraftan da çok zor. Hep yalnızsın. Hep evden uzaktasın. Yorucu bir hayat. Bir de bizim dünyada çok büyük bir rekabet var. Herkes mükemmel çalıyor, sen daha da mükemmel çalmak zorundasın. Bir hata yapınca herkes hatırlıyor. Müzik dünyası öyle bir yer ki, hata yapınca affedilmiyor. Herkes kusursuzluk peşinde. Ve o hata, bir kere yapıldığında unutulmuyor. Bu yüzden çok zor bir dünya. Müziği seveceksin. Eğer sevmezsen bu işi yapamazsın. Çünkü kolay bir hayat değil. Hep dışarıda yemek yiyorsun, evde kendi yemeğini yapamıyorsun. Şişmanlıyorsun, spor salonu bulmak zor. Yani, zor bir hayat. Ama yine de asla geri dönmek istemem. Eğer esnek olabilirsen ve bu hayatı kabul edebilirsen, gerçekten mükemmel bir hayat.
CRR Senfoni Orkestrası ile konser vereceğin gün sevgili piyanist ve bestecimiz Fazıl Say, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda senin için “Nil 19 yaşındaydı, İsviçre’de ilk tanıştığımızda. Üstün yetenekli, müzik delisi, çalışkan ve hem orkestra ile hem de seyirci ile iletişimi çok doğal, çok sempatik. Çok da yaratıcı. Bir anda orkestrayı yönetmeyi bırakıp onlar çalarken seyircilere dönüp dertleşir gibi. Orkestra üyelerinden biri gibi o. Yani sıfır ego, sıfır bürokrasi, sıfır iktidar. Sadece müziğe güven, sevgi ile. Ya da seyircilerden biri gibi, çok genç yaşında müziğe güveni, iyiden yana oluşu ile” ifadelerini kullandı. Bu övgü dolu sözler seni tetikleyen bir güç mü oluyor yoksa üzerinde baskı da oluşturuyor mu?
Yok, hiç öyle bir şey değil. Bana Fazıl çok güzel kelimeler söylüyor, bu bana büyük bir gurur veriyor. Ve böyle bir push… Yani daha iyisini yapayım diye beni itiyor. Fazıl daha çok gururlansın, bunları hep yazsın ve hep böyle düşünsün istiyorum. Benim asıl istediğim bu. Fazıl’ın yazdığı her şey beni çok mutlu ediyor. Keşke piyasa hep böyle olsa, keşke hep benim üstümde böyle düşünse. Çünkü ben Fazıl’ı açlık gibi seviyorum. Dünyada onun kadar iyi bir müzisyen olamaz. Tek Fazıl. Onun kelimeleri benim için çok önemli, çok değerli. Bana inanılmaz bir gurur ve mutluluk veriyor. Öyle bir insanın beni desteklemesi… Bu bana çok büyük bir güç ve enerji veriyor. Hep daha iyisini yapmak için çalışıyorum. Fazıl’ın verdiği destek benim için gerçekten çok özel ve anlamlı.
2024-2025 sezonunda 2014 yılı Fritz Kreisler Uluslararası Keman Yarışması birincisi Jan Mráček, ülkemizin en yetenekli ve başarılı genç piyanistlerinden Can Çakmur ve ulusal -uluslararası başarılarının yanı sıra Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın viyolonsel grup şefi Çağ Erçağ ile aynı sahneyi paylaşacağın ve Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı ilk kez yöneteceğin bir konserin de var. Bu konsere dair bilgi paylaşman mümkün müdür? Müzikseverleri nasıl bir program bekliyor? Bunun dışında seni özellikle ilerleyen süreçte Türkiye’de nerelerde hangi orkestraları yönetirken göreceğiz?
Evet, tabii ki bu Borusan konseri çok özel bir program. Beethoven’ın Üçlü Konçerto’su ve Alfredo Casella’nın Orkestra için Konçerto adlı eseri çalınacak. Casella’nın parçası gerçekten çok İtalyan bir eser. Büyük bir orkestra için yazılmış, yarım saatlik ve oldukça zor bir parça. Bu yüzden özellikle Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası için seçtim. Çünkü BİFO’nun bu eseri büyük bir keyifle ve ustalıkla çalacağını düşündüm. Beethoven’ın Üçlü Konçerto’sunu ise dediğiniz gibi çok ünlü müzisyenlerle yapıyoruz. Bu eser zaten çok meşhur ve çok güzel bir parça. Türkiye’de başka neler çalacağım derseniz, tabii ki CRR de var programda. Ayrıca bu sezon yine İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’na gidiyorum. Yıllardır İzmir Devlet Senfoni Orkestrası beni çok destekledi. Bu yüzden oraya her zaman seve seve gidiyorum. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’na ise bu benim ilk gidişim. Ama her zamanki gibi İzmir Belediye ve Asya Filarmoni’ye de döneceğim. İzmir Devlet ve İzmir Belediye benim en sevdiğim orkestralardan. Çünkü yıllarca beni çok desteklediler. Türkiye’ye 4-5 yıldır sık sık geliyorum ve buradaki herkesi çok seviyorum.
Bugüne kadar yönettiğin birçok orkestradan hareketle sence günümüzde klasik müzik dünyasının içinde bulunduğu çıkmazlar var mı? Orkestralar özelinde hangi koşulların iyileştirilmesi gerekiyor?
Tabii, klasik müzik dünyası çok zorlu. Nasıl daha iyi yapabiliriz? İşte gençleri salonlara çekmek lazım. Nasıl çekilir? Küçük yaşlardan itibaren, örneğin gençlik orkestrası kurarak başlamak gerekiyor. Okullarda müzik eğitimi hiç bitmemeli. Mesela İtalya’da 13 yaşından sonra müzik dersleri yok artık. Neden? Müzik neden bu kadar önemli olmasın? Operayı ve klasik müziği herkes için daha ulaşılabilir hale getirmek gerekiyor. Çok arkadaş bana diyor: “Ama operaya gitmeyeyim, giyinecek bir şeyim yok.” Ya, sana ne? Nasıl giyiniyorsun önemli değil, müzik dinliyorsun. Hiç kimse sana bakmayacak ki! Ama işte böyle bir algı var dünyada. Salonlar gençleri davet etmeli. Gençlere bu dünyayı tanıtmalı ve anlatmalı. Çünkü bana hep diyorlar: “Bu parçalar 300 yıl önce yazılmış. Artık bizden çok uzak.” Ama ben hep söylüyorum ki: “Nasıl uzak olabilir? Biz her gün aynı şeylerden bahsetmiyor muyuz? Hayat, aşk ve ölüm. Bütün bu parçalar zaten bunları anlatıyor.” Bizim hayatımız da bunlarla dolu. O yüzden aslında bu müzikler bize çok yakın, hem de her günümüz kadar yakın. Bunu anlatmak lazım. İşte, bence bu şekilde olur.
Peki hedeflerine odaklanmanda seni motive eden idolün kim diye sorsam?
Tabii ki annem. Yani, annem o kadar mükemmel birisi ki… Beni birinci günden beri destekledi. Hep inandı, hep sevdi. Ve ben bütün bunları annem için yapmak istiyorum. Çünkü o kadar güzel bir insan ki, ona gurur vermek istiyorum. Bir de şöyle bir şey var: Ben küçüktüm, hatırlıyorum. Peruca Konservatuvarı’ndayım. Annem bana demişti ki: “Ne güzel, sen bir gün ünlü bir müzisyen olursan, ben bütün dünyayı gezerim, konserlerine gelip seni dinlerim.” Ve şimdi hayatı tam da böyle. Bu bana inanılmaz bir gurur veriyor. Her şeyi, tabii ki annem için yapıyorum. O hayatımın en güzel insanı.
Müzik, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Evet, bana çok yardım ediyor. Müzik… Yani, ben hiç kendim başına değilim. Hep müzik var yanımda ve bana çok yardım ediyor. COVID zamanı mesela, ben müziksiz yapamazdım. İyi ki müzik vardı; gerçekten beni hayatta tuttu. Beynim, düşüncelerim güzel bir yerdeydi müziğin doğrultusunda. İşte bu zor durumlarda müzik hep oradaydı, hep bir arkadaş gibi bana konuştu. Onun için ben hayatımda hiç, hiç, hiç, hiç yalnız olmadım. Hep müzik vardı ve bu gerçekten çok güzel bir şey. Müzik hem de bir sanat, biliyor musunuz? Sanat ve kültür seni asla yalnız bırakmaz. Yani bir… Bir kitap okuyabilirsen ya da bir müzik dinleyebilirsen asla yalnız olmazsın hayatında.
İlerleyen yıllar için kariyerin adına hedefin ve hayallerini öğrenerek bitirelim dilersen röportajımızı. Ve en merak ettiğim, en çok yönetmeyi istediğin orkestra hangisi?
En son soru. Bu soruyu bana çok yapıyorlar ve bu beni hep gülümsetiyor. Çünkü ben 29 yaşındayım şimdi ve 10 senedir dünyayı görüyorum, dünyayla müzik yapıyorum ve müzikle yaşıyorum. Bu benim hayatım. Bundan daha güzel bir hayat olamaz, bundan daha güzel bir rüya olamaz. Onun için benim tek rüyam bu hiç bitmesin. Hep böyle bütün hayatım olsun. Bütün hayat mutlulukla, aşkla dolu, müzik dolu, ailem, sevdiğim insanlarla… Eğer her gün, her güne böyle olursa, gerçekten bu benim rüya. En sevdiğim orkestra yönetmek. Ama ben bir orkestra adı söylemek istemem. Çünkü ben ona çok bakmıyorum. Yani hangi orkestra daha meşhur, daha meşhur değil mi, ben ona takılmıyorum. Ben daha çok bir orkestra müzik yapmak istiyor mu, ona bakıyorum. Öyle bir orkestrayla bütün hayatım çalışayım diye çok istiyorum. Ama bazı orkestralar var ki bıkmış. İşte o orkestralara gitmek istemem. Ben canlı, isteyen, müziği seven orkestrayla hep hayatımda çalışmak isterim ve hep hayatımda böyle mutlu ve aşkla dolu bir müzikle olsun. Bu beni çok memnun eder.
Kapak Fotoğrafı: Alessandro Bertani
İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten Birsen & Özcan Ulucan Röpotajı
İlk yorumu siz yazın!