İlk yorumu siz yazın!
No Time to Die: Ölmek İçin Zaman Yok, Peki Seyretmek İçin?
2006’da Casino Royal ile birlikte dünya sinema tarihinin en bilindik en ikonik karakteri için yeni bir dönem başladığında büyük bir heyecana kapılmıştık. Arada Quantum of Solace gibi bir istisna olsa da Craig dönemi ile birlikte Bond Serisi bir casusluk pornografisinden, bir ergen eğlencesinden gerçek köklerine dönmeye başlamıştı. Craig öncesinde Timothy Dalton tarafından denenen bu ciddi ve karanlık Bond konsepti ancak 2 film yaşayabilmişti (Living Daylight – 1987 ve Licence to Kill – 1989). Craig ile birlikte o derin ve karanlık Bond geri gelmişti. Özellikle Casino Royal ve Skyfall ki Craig döneminin en iyi filmidir ve Bond filmleri bağlamından bağımsız müthiş bir filmdir, aksiyondan öte oyunculuklarla, senaryo ile atmosferin yarattığı gerilim ile de adrenalinin yükseltilebileceğini kanıtlamışlardı. James Bond serisinin 25. ve Daniel Craig’in Bond rolünde olduğu 5. film olan No Time to Die ise sonunda gösterime girdi. Serinin bir önceki filmi Spectra (2015) ardından geliştirilmeye 2016 yılında başlanan No Time to Die gösterime girinceye kadar geçirdiği serüven ile Bond tarihi içinde ilgi çekici bir yere konumlandı şimdiden.
No Time to Die
İlk olarak filmin yönetmeni değişmiş. Filmin yönetmeni olarak anlaşılan Danny Boyle ile filmin yaratım sürecinde yönelik ortaya çıkan görüş farklılıkları dolayısıyla yollar ayrılmış ve Fukunaga yeni yönetmen olarak ilan edilmiş. Fukunaga, Eon tarafından yapılan bir Bond filmini yöneten ilk Amerikalı yönetmen olarak da ayrıca tarihe geçti.
Resmi olarak başlığı Ağustos 2019’da belirlenebilen filmin senaryosunda #MeToo hareketinin etkisiyle daha ‘kadın dostu’ bir Bond için karakterlerin orijinal özelliklerinde değişikler yapılmış. Yani ‘yumruklarıyla sevişen dudaklarıyla dövüşen’ Bond, kadınlara artık düzgün davranacak.
Filmin gösterim tarihi olarak Kasım 2019 planlanmış. Ancak sonrasında tarih Şubat 2020 ve Boyle’ın ayrılmasından dolayı da Nisan 2020’e ertelenmiş. Mart 2020’de Covid-19’un küresel bir pandemi olarak ilan edilmesinin ardından gösterim tarihi Kasım 2020 olarak revize edilmiş. Ancak Pandeminin etkisinin devam etmesi üzerine Ocak 2021’de gösterim tarihinin Ekim 2021’e çekilmesi kararlaştırılmış ve 28 Eylül 2021’de Londra’da yapılan galanın ardından nihayet 1 Ekim’de Türkiye ve Avrupa’da, 8 Ekim’de de ABD’de film gösterime girdi. Avustralya’daki kapanmadan dolayı oradaki gösterim tarihi ise 11 Kasım’a ertelendi.
Film hakkındaki görüşlerime geçmeden önce bir şeyi belirtmek istiyorum: 22 ay sonra ilk defa sinemaya bu film için gittim. Dolayısıyla bu filmin benim kişisel tarihimde ilginç ve önemli bir yeri olacak. No Time to Die, Covid-19 Pandemisi sonrasında sinema salonlarına dönüş filmim olarak anılarımda hep yer alacak. Keşke anılarımda en iyi Bond filmlerinden biri, Bond tarihinin en ayrıksı dönemi olan Daniel Craig dönemini layıkıyla kapatan bölüm olarak da kalabilseydi. Maalesef yönetmen Cary Joji Fukunaga bana ve pek çok Bond izleyicisine göre en başarılı ve derinlikli Bond dönemi olan Craig serisini müthiş bir şekilde sonlandırma şansını kullanamamış ve ortaya kişisel hikâyelerle süslenmeye çalışılmış ama sonunda klişe olan bir aksiyon bir filmi çıkmış.
Oysa film son derece başarılı ve etkileyici bir geriye dönüş/hatırlama sahnesi ile başlıyor. Madeleine’nin çocukluğuna dönüyoruz ve anlıyoruz ki geçmişte açılmamış yaralar bu bölümde de kanamaya devam edecek. Sonrasında da Quantum of Solace bölümüne gönderme yaparcasına yine İtalya’da dağ yollarında geçen fişek gibi bir araba takip ve çatışma sahnesi geliyor. Bu sahnede de teknik ve tempo olarak filmin önemli şeyler vaat ettiği izlenimine kapılıyoruz. Nitekim Küba sahnesi ile film bu vaadini yerine getiriyor belli oranda ama sonrasında hem o tempoyu bir daha yakalayamıyoruz hem de film dramatik olarak aksadığından dolayı filmde hem bir eksik boyut olduğu duygusu bizi terk etmiyor.
2006’da Casino Royal ile birlikte dünya sinema tarihinin en bilindik en ikonik karakteri için yeni bir dönem başladığında büyük bir heyecana kapılmıştık. Arada Quantum of Solace gibi bir istisna olsa da Craig dönemi ile birlikte Bond Serisi bir casusluk pornografisinden, bir ergen eğlencesinden gerçek köklerine dönmeye başlamıştı. Craig öncesinde Timothy Dalton tarafından denenen bu ciddi ve karanlık Bond konsepti ancak 2 film yaşayabilmişti (Living Daylight – 1987 ve Licence to Kill – 1989). Craig ile birlikte o derin ve karanlık Bond geri gelmişti. Özellikle Casino Royal ve Skyfall ki Craig döneminin en iyi filmidir ve Bond filmleri bağlamından bağımsız müthiş bir filmdir, aksiyondan öte oyunculuklarla, senaryo ile atmosferin yarattığı gerilim ile de adrenalinin yükseltilebileceğini kanıtlamışlardı.
Craig döneminin son filmi olarak No Time to Die büyük bir misyona sahip:
- Bir Bond filmi olarak eğlendirmeli, görkemli olmalı ve gişede başarılı sağlamalı.
- Craig döneminin Bond konseptine uygun bir şekilde bu dönemi kapatmalı.
- Geleceğe yönelik olarak da efsanenin devamı için bir köprü kurmalı.
Maalesef film bu büyük misyonun altında kalıyor. Lea Seydoux tarafından canlandırılan Madeleine Swann çok derinlikli bir karakter. Seydoux kendine has çekiciliği, karanlığı ve karizması ile ekranı dolduran çok özel bir oyuncu. Mission Impossible – Ghost Protocol’de canlandırdığı uluslararası kiralık katil Sabine Moreau karakteri onun bu tip karakterlerde ve derinlikli aksiyonlarda önemli bir yıldız olabileceğini göstermişti. Onun başrolde olduğu gerilim-aksiyonlar çok ilgi çekebilir. Ancak Craig ile ekranda maalesef klişe tabirle kimyaları tutmuyor. Bir önceki Spectra’da bu durum konudan dolayı çok anlaşılmıyordu ama No Time to Die, özellikle de filmin dramatik yapısı büyük ölçüde bu kimyanın tutmasına dayanıyor ve bu kimya tutmayınca da film baştan en önemli kozlarından birini kaybediyor.
Küba sahnesinde ise genç kuşağın popülerleşmeye başlayan dikkat çeken oyuncusu Ana de Armas ki kendisi de Kübalı, bir anda ortaya çıkıyor ve acaba diyoruz bu filmdeki Bond Kızı o mu? Armas filmde görevini başarıyla yapıyor. Özellikle Zimmer’in müziği ile adeta bir tür dansa dönüşen stilize çatışma ve takip sahnelerinde başarılı bir iş çıkarıyor ve Craig ile çok iyi bir uyum sağlıyor ama sonrasında kayboluyor. Tahminin ilerideki Bond filmlerinde kendisini veya en azından canlandırdığı Paloma karakterini göreceğimiz yönünde. Bond’un CIA’de Felix Lieter sonrasında en yakın müttefiki olabilir. Bond filmlerinin en önemli yan karakterlerinden, Bond’un kendisinden ‘kardeşim’ olarak bahsettiği Leiter ise hızlıca geçilmiş. Oysa büyük oyuncu Jeffrey Wright orada büyük işler yapabilirdi.
Bond’un emekli olmasının ardından onun görevini ve unvanını yani 007’yi Nomi adında Afrikalı-Karayipli yeni bir ajan alıyor. Önce siyahi Moneypenny ardından siyahi yeni ve dişi bir 007. Bana gereksiz bir çaba olarak geldi hem yeni bir 007’un göreve başlaması hem de onun siyahi bir kadın olması. Açık söylemem gerekirse bir sonraki Bond’u da bir siyahi yapsalar ne genel olarak dünyada da ne de sinema dünyasında kadınların ve Afrika kökenli insanların uğradıkları adaletsizlikler, maruz kaldıkları eşitsizlikler ve ayrımcılık ortadan kalkmaz. Bazıları “bu da bir başlangıçtır ve bir bilinçlenme-bilgilendirme sürecine katkıda bulunan bir girişimdir” diyebilir. Bu düşünceye saygı duyarım ve elbette de bu düşüncede doğruluk payı olduğunu inanırım. Öte yandan bazı şeyleri de orijinal olarak bırakalım ama yazının başında da yazdığım gibi Bond da #MeToo demek zorundaydı.
Gelelim kötülük imparatoru Blofeld’e. Yaşayan efsane Christopher Waltz’ın hayat verdiği Blofeld de filmde kısa süreliğine arz-ı endam ediyor. Açıkçası çok büyük beklentilerim olduğu Bond ile Blofeld’in bire bir sahnesi tam bir hayal kırıklığı. Gerilimden ve görkemden çok uzak.
Bond ve Nomi’nin Safrin’in fabrikasına saldırdıkları son bölüm… Açıkcası burada film Bond’u Die Hard’a, Craig’i de Bruce Willis’e çevirmiş adeta.
Ve bu bölümün kötüsü Safrin… Freddie Mercury rolü ile çok tartışmalı bir Oskar alan Remi Malek filmdeki eksantrik kötü adam Safrin’i canlandırıyor. Malek’in oyunundan bağımsız olarak Safrin düz, pek çok filmde örneğini görebileceğimiz ailesinin intikamı peşinde olan travmatik bir kötü adam. “Yaşasın kötülük, batsın bu dünya bitsin bu rüya” diyerek, Bond’n tabiriyle dünyayı yakmak için kuyrukta bekleyen bir anti-kahraman. Örneğin daha çok gazete satmak için İngiltere ve Çin arasında savaş çıkarmak isteyen ve bir büyük aktör, Johathan Pryce tarafından canlandırılan medya patronu Elliot Carver’dan daha ilgi çekici belki ama yine de geçmiş Bond karakterlerinin bir karikatürü olmaktan kurtulamıyor.
Gelelim filmin iyi yanlarına ve filmi seyredilebilir kılan öğelere: Öncelikle bir Bond filmi olarak bazı Bond klişelerini yerine getiriyor: Kartal gözü başlangıç, ana tema, Aston Martin, “shaken, not stirred votka martini”, önüne geleni öldüren, başka bir deyişle öldürme yetkisini sonuna kadar kullanan Bond… Dolayısıyla film iflah olmaz Bond hayranlarını belli oranda tatmin edecektir.
Filmin başlangıcında İtalya, Matera’da gerçekleşen takip ve çatışma sahneleri ile Küba bölümü gerçekten görsel açıdan zevkli dakikalar vadediyor. Filmin de en başarılı sahneleri olan bu bölümlerde film tepe noktasına ulaşıyor. Özellikle Armas ve Craig arasındaki uyum çok iyi. İlginçtir bu ikili arasında Knives Out filminde de iyi bir uyum var. Sinema iyi bir ikili mi kazanıyor diye düşünmedim değil. Norveç’te sisler altındaki orman sahnelerindeki gerilimi de görsel açıdan başarılı bulduğumu eklemeliyim.
We have All Time in the World Louise Amstrong tarafından seslendirilen, Bond tema müziğinin bestecisi John Berry tarafından bestelenmiş, 1969 tarihli On Her Majesty’s Service filminin ana teması. Bu filmde hem diyaloglarda bu şarkıya gönderme var hem de filmin sonunda jenerik bu şarkı ile başlıyor. İki film arasında Bond’un kişisel yaşamına yönelik ortak boyutun bu şarkı ve sözler aracığıyla kurulması iyi bir ayrıntı olmuş. Merak edenlere bir ipucu vereyim: Filmin adı 1969 yılındaki filmde Bond’un, karısı Tracy Bond’un ölümü üzerine söylediği sözlerden alınmış.
Hans Zimmer tarafından yapılan müzik bestecinin en iyisi değil ama genel olarak başarılı bir çalışma. Filmin dramatik boyutunu güçlendiren müzik, özellikle Küba bölümünde Latin dans ritimleri ile sahnenin temposuna ve ruhuna katkıda bulunuyor.
Craig’ın filmin başında Matera’da giydiği bej rengi fitilsiz kadife takım elbise… favori markalarımdan Massimo Alba’nın bir akımı olan ‘bu casual’ takım gerçekten çok güzel. Özellikle de ‘jean mavisi’ gömlek ile yaptığı kombin çok başarılı. Benim de Massimo Alba, hemen hemen aynı renkte bir ceketim var. Yalnız biraz daha kalın bir kumaştan, henüz mevsimi gelmedi. Giyince bir Craig ve Bond karizması yakalar mıyım? Pek emin değilim… Ben Craig döneminin Tom Ford kostümlerini pek beğenmiyordum. Brosnan döneminin Brioni takımlarını daha çok beğenirim. Bir bilgi: Casino Royal’de de Craig Brioni takımlar giydi. Sonrasında Ford Bond için yeni kostümler yapmaya başladı. Yıllarca Bond için Tom Ford tarafından tasarlanan ve sonrasında piyasaya özel Bond Serisi olarak sunulan güneş gözlükleri kullanan ve bir dönem de Bond serisi Omega takan biri olarak Alba tercihi benim açımdan hem şaşırtıcı, hem de sevindirici oldu.
Sonuç olarak Craig döneminin Skyfall ile kapanmasını dilerdim. No Time to Die bir efsane yaratılması önünde bir engel oluşturuyor maalesef.
Kapak Fotoğrafı: nytimes.com
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan En Kötü 10 James Bond Filmi
Keyifle okudum!
teşekkürler 🙂