Onur Doğan ile: Bomba Filmi Üzerine
Sinemamızda edebiyat uyarlamalarının yeterince perdeye yansıtılmadığını düşünen bir sanatsever olarak güncel örnekleriyle karşılaştığım vakit ayrı bir heyecan ve mutluluk duyuyorum. Ülkemizdeki edebi eserler arasında sansürlenen ve unutulan yazarların hikâyeleri uzun zamandır ilgisini çeken yönetmen Onur Doğan da Türk edebiyatının en bilinen yazarları arasında yer alan Ömer Seyfettin’in 1910’ların başında yazdığı Bomba eserini beyaz perdeye aktararak tür sinemasını takip edenleri başarılı bir filmle buluşturdu. I. Dünya Savaşı sırasında kanunsuzluğun hüküm sürdüğü Balkan bölgesinde eşi Magda ile birlikte Amerika’ya kaçma planları yapa Boris’in hikâyesini anlatan film, tek mekânda geçen karanlık ve sert anlatımıyla öne çıkıyor. Ben de bu vesileyle filmde Boris karakterine de hayat veren Onur Doğan ile filminin hikâyesini, çekimleri, edebiyat uyarlamalarını, tür sinemasını, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka pek çok konuyu konuşma fırsatı buldum. Keyifli ve ilham veren okumalar dilerim.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi daha yakında tanıyalım. Kimdir Onur Doğan?
Merhaba, ben Onur. 27 Ekim 1991 İstanbul doğumluyum. Lisans eğitimimi İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve TV bölümünde, yüksek lisans eğitimimi de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Anabilim Dalı bölümünde tamamladım. Öğrencilik yıllarımda bir uzun metraj sanat filminin kurgusunu üstlendim. Müzik klipleri çektim. Reklam sektöründe Ezel Akay’ın reji asistanı olarak çalıştım. Yaklaşık altı yıldır aktif olarak reklam yönetmenliği yapıyorum. İnternette erişime açık olan C.O.D. (2017) ve Reddedilen (2019) adında iki kısa film çektim. Bu filmler ile yaklaşık 80 festivalde yer aldık. Festivaller ve festival sineması dünyası adına oldukça geliştirici bir süreç oldu benim için. Birçok ödüle layık görüldüm, yurt içi ve yurt dışı önemli festivallere fiziksel olarak katılma imkânı buldum. Bir yandan da yine yaklaşık altı senedir Kadıköy’de Film Yapım ve Yönetmenlik atölyesinde eğitmenlik yapıyorum. Bu yıl iki yıldır üzerinde çalıştığım yeni kısa filmim Bomba’yı tamamladık. Şu an festival sürecini takip ediyorum ve yeni filmimi seyirci ile buluşturmanın heyecanı içindeyim. Son olarak kısa süre önce Kork Uluslararası Korku Filmi Festivali adında yeni bir genre festivali düzenledik İstanbul’da. Bu festivalin direktörlüğünü üstleniyorum ve hazırlıkları ile ilgileniyorum.
Yönetmenliğini üstlendiğiniz Bomba’yı Ömer Seyfettin’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarladınız. Yazılmasının üzerinden 100 yılı aşkın süre geçen bir hikayenin sizi kendine çeken noktaları neler oldu? Bir de bu süreci ve gelişimini dinleyelim.
Bomba’da beni çeken en önemli noktalar, Ömer Seyfettin’in benim ilgilendiğim anlatı türünde bir eser yazmış olması, bu eserin günümüzde yeterince bilinmemesi hatta kimi yerde sansüre uğraması ve eserin telif hakkının düşmüş olması oldu. İlk iki kısa filmimin hikâyesi ve konusu da bana aitti. Üçüncü kısa filmde bu kez benim yazmadığım hatta filme çekilsin, sinemaya uyarlansın diye yazılmamış bir metni yani bir edebiyat öyküsü, tiyatro metni gibi bir eseri uyarlarken kendimden neler katabilirim, nasıl yorumlayabilirim, ben anlattığımda neler farklı olur gibi meydan okuma ve arayış içerisindeydim. Telifsiz hikâyelere baktığımda günümüzden 70 yıl önce yayımlanan hikâyeleri seçmem gerekiyordu. Bu arayış sırasında Ömer Seyfettin’in Bomba ve Beyaz Lale öykülerini keşfettim. Özellikle bu iki hikâyesi aynı zamanda uzun süre askerlik görevi yapan ve harbe katılan Seyfettin’in, Yunan askerler tarafından esir alındığı dönemde yazdığı hikâyeler. Bu dönemde yaşadıkları, gözlemledikleri ve hissettiklerini edebiyatımızda pek örneğine rastlamadığım şekilde sert ve sansürsüz bir dille yazmış. Bu da özellikle bu hikâyeleri aslında korku/gerilim janrına uyarlanabilir hatta korku edebiyatı içinde dahi görülebilecek, okuması, hayal etmesi zor savaş hikâyeleri haline getiriyor.
Önceki kısa filmim de bir korku kısa filmiydi. Bu öyküleri keşfettiğimde tam da benim anlatım tarzıma yakın olduğunu fark ettim. Öncesinde ben de bazı çocuk öykülerinden biliyordum Ömer Seyfettin’i ve o öyküleri pek ilgimi çekmemişti açıkçası. Yıllar sonra Bomba ve Beyaz Lale ile tekrar keşfedince edebiyatımızın Marci de Sade’ı, Arthur Schopenhauer’ı ve Emil Cioran’ı gibi görmeye başladım. Öykülerinde öylesine bir karamsarlık ve acımasızlık var. Tam da acaba bizim edebiyatımız da neden bu tür eserler yok dediğim dönemde karşılaştığım öyküler oldu. Aslında varmış ve potansiyel hikâyeleri bu açıdan değerlendirmek gerekiyormuş dedim. Daha niceleri var. Son yıllarda tekrar öne çıkan Folk Horror janrı ve Home Invasion alt türünü birleştirmek bu hikâyeyi anlatmak için beni en çok cezbeden taraflardı.
Bomba’yı tekrar uyarlarken aslında bir evin içinde başlayan ve giderek tırmandığını gördüğümüz bir gerilim var hikâyede. Tüm yükünü öykünün sonunda boşaltıyor. Aslında Bomba denince öykü ve özellikle finali üst-orta yaş kitle tarafından çokça biliniyor. Yeni bir hikâye ya da bilinmeyen bir hikâye anlatmıyoruz aslında. Bu bilinçle zaten bilinen bu öyküyü kendi yorumumla değiştirmek, dönüştürmek, var olan olay örgüsünü daha sert, daha vahşi bir seviyeye çekerek özellikle yurt dışındaki korku/gerilim film festivallerinde yer alacak bir ölçüye getirmek hedefimdi. Bu yüzden uyarlama senaryoda ilk sahne kendim eklediğim aslında öyküde var olmayan bir giriş sahnesi. Seyirciye bir kanca atıp karakterlerimi tanıtarak birazdan izleyecekleriniz böyle vahşi adamlar dediğim bir sahne. ‘’Enter the Villain’’ deniyor bu açılışa, Hollywood’da sıklıkla kullanılır, en belirgin örneklerden biri The Dark Knight’taki banka soygunu sahnesi mesela. Özellikle kötü karakter-antagonist üzerine kurulu hikâyelerde bu tür açılışları çok değerli buluyorum. Bunun gibi öykünün ilerleyen kısımlarında da Ömer Seyfettin’in anlatısını ve olay akışını, karakterleri, öykünün alt metnini bozmadan dikkatlice eklediğim “gore” sahneler ve anlar var. Amacım Ömer Seyfettin’in çizdiği vahşet tablosunun altında kalmamak. Soft bir hikâye değil okuduğumuz o yüzden 110 yıl sonra filmini izlerken de soft bir film olmamalıydı. Bu tabii ki her seyirciye göre değil. İstismar sinemasına hakim olmak ve bu tür bir film izlerken filmin verdiği dehşet ile empati kurmaktan, düşünmekten, o anda olmaktan haz alan seyirciye göre bir film.
Bomba’nın senaryo yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryoyu 2023’ün Mart-Eylül aylarında aralıklı dönemlerde yazdım. Yaklaşık yedi aylık bir süreçti. Aslında hikâye, hikâye kurgusu, atmosfer ve ilk sahne bu tarihten önce de bir taslak olarak tamamlanmamış hali ile duruyordu. Projeden bahsettiğim bir oyuncunun filme dahil olmak istemesi ile hızlandırdım yazma sürecini. Benim için senaryo ve ön prodüksiyon süreci en uzun süreç oluyor. Tüm yaratıcı sürecin işlediği, filmin iskeletinin oluştuğu benim için en kritik dönem. O yüzden bu dönemde acele etmiyorum. Bir de kısa film gibi herhangi bir yayına, deadline’a, platforma yetişmesi gerekmeyen, festivaller ve seyirci odaklı yaptığım bir proje olunca yani arkadan kovalayan da olmayınca süreç iyice uzuyor. İçime sinmesi için yazıp bırakıp düşünüp tekrar yazıyorum bazen. Bu senaryonun demlenme süreci ve aceleye getirmemenin kendi adıma faydasını gördüğümü söyleyebilirim. Tabii her koşulda, her projede sürdürülebilir bir durum değil. Örneğin şimdi bazı film destek fonlarına yetiştirmeye çalıştığımız Bomba’nın uzun metrajı senaryosu gündemimizde ortak yapımcım ile. Bunu çok daha hızlı ve sistemli yazmam gerekecek.
Hazırlık süreci de hazirandan kasım ayına kadar sürdü. Büyük bir bölümü casting süreci, uygun set günü, planlamalar, makyaj provası, kostüm provası, oyun provası gibi süreçlerle geçti. Daha önceki filmlerimde tek oyuncu vardı kamera karşısında. Bu kez sekiz oyunculuk bir filmin içindeydim ve her birinin dizi, tiyatro, sinema takvimlerinin arasında kısa filme yer ayırmaya çalıştıkları bir dönemde tüm sanatçıları ortak bir günde bir araya getirmemiz gerekiyordu. Bunun için set günümüzü birkaç kez erteledik. Ekim ayını hedeflerken kasım başında çektik filmi. Kamera arkasında yaklaşık 45-50 kişi vardı. Bu ekibi oluşturmak ve programlama konusunda da çekirdek kadro ile haftalarca çalıştık.
Çekimler üç gün sürdü. Aslında iki gün hedeflemiştik başta ve prodüksiyon şartlarımızdan dolayı zamanı ekonomik kullanmamız gerekiyordu. Ancak hikâyenin getirisi, sahne ve plan sayısının fazla olması nedeniyle bu pek mümkün değildi. Yardımcı yönetmenim Deniz Ege Tuna ve görüntü yönetmenim Ece Latifaoğlu, istediğim planların set süresinde yetişmeyebileceği üzerinde beni uyarmışlardı. İdeal olarak ortalama 25-30 plan çekmemiz gerekirken ben bir güne 40-45 plan sığdırmaya çalışıyordum. Günlerce bir araya gelip buluşup defterlere yazdığımız plan listesinden planları birleştirmeye, dönüştürmeye ve daha pratik hale getirmeyi hedefledik. Bir de çekimleri yaptığımız mekân gerçek bir ahşap müstakil hane. Aslında bir ev bile değil. Prodüksiyon tasarımcımız ve sanat yönetmenimiz Yiğit Uzunefe ile mekânı baştan yarattık ve benim hikâyede görmek istediğim şekilde değiştirdik. Çatısını boyadık, zemindeki olmayan ahşap kısımları boyadık, duvarları boyadık ve dönemin dekorları, aksesuarları ile yaşayan bir ev haline getirdik. Üstelik elektrik, su, tuvalet, mutfak gibi bir setin gerekliliği olan hiçbir imkân yoktu. Tüm bunlar için karavanlar ve jeneratör geldi. Arızalı bir şömine sistemi vardı ateş yaktığımızda içeriyi duman altında bırakan. Bu tür fiziksel olumsuzluklar da çekim şartlarımızı oldukça zorladı. Sonuç olarak iki güne sığdıramadık çekimleri ve şubat ayında bir ek gün daha ekleyerek daha az oyuncu ve daha küçük bir ekip ile eksik planlarımızı çekerek filmi tamamladık.
Post prodüksiyon ise tahminimden biraz uzun sürdü bu proje için. Kamera arkasında uzun süredir çalışmalarını beğendiğim ve çalışmak istediğim bir ekip ile çalıştım. Tüm filmlerimin kurgusunu kendim yaptım şimdiye dek. Bomba’da da kurgu benim elimden çıktı. Filmin süresi aslında bir kısa film için uzun ve iddialı bir süre. Özellikle benim gibi ilk film dört dakika, ikinci filmi sekiz dakika olan bir yönetmen için 25 dakikalık bir film bana uzun geliyor. Aslında klip ve reklamdan geldiğim için uzun ve sıkıcı sahneleri hiç sevmem. Bir plan amaçladığı enformasyonu ve duyguyu verdikten sonra keserim, görüntülere acımayan, kesmekten korkan bir yapım hiç yok. Buna rağmen diyalog ve olay örgüsünün yapısından dolayı uzun bir kısa film oldu. İlk süremiz 28 dakikaydı. Bunu filme zarar vermeden ve sahnelerden taviz vermeden 25 dakikaya kadar indirdim. Dünya genelinde 30 dakika kısa filmin sınırı. Nadiren de olsa bazı festivaller 45 dakikaya kadar uzatabilirken bazı festivaller için 25 dakika sınırı var, biz bu sınıra uydurabileceğimizi fark ettik en fazla. Ancak ülkemizde ve bazı dünya festivallerinde 20 dakika gibi kısa filmi körelttiğini düşündüğüm bir sınırlandırma var. Bu yüzden başvuru yapamadığımız festivaller oldu. Ama günün sonunda benim için önemli değil. Bu filmi bu tür sinemayı seyirci ile buluşturabilecek genre festivalleri ve seyircileri için yaptım. Geleneksel karma festivallere katılma ya da ödül hedefleme niyetiyle yapılmayan bir film olduğu bence çok açık izleyince. Buna rağmen yurtdışından özellikle ABD’deki önemli korku festivallerinden gelmeye başlayan ödüller tabii ki bizi mutlu ediyor.
Filme sırf bazı festivallere katılabilmesi için versiyon yapmaya ya da filme zarar verecek şekilde agresif bir kısaltma yapmaya çok karşıyım. Filmin öyküsü hangi süreyi hak ediyorsa o sürede olmalı. İlk filmim dört dakikada anlatılabilecek bir öyküydü bu film 25 dakikada anlatılabiliyor. Tabii bu sürenin iddialı bir süre olduğunun farkındayım festivaller için. Çünkü 7-8’er dakikadan üç film elemiş oluyoruz bir seçkide yer almak için. Üstelik 18+ bir film olduğumuz için eğer seçkide aynı türde başka bir film yoksa diğer dram hikâyelerinin yanında yer almak çok zor olabiliyor. Festivaller bir film için 18+ olarak etiketlemek istemeyebiliyor seanslarını ve film paketlerini. Bu da benim için anlaşılır bir durum. Doğru ortamda, doğru seyirci ile buluşması önemli benim için. Post prodüksiyon’da filmi 25 dakikada kilitledikten sonra, diyalog eşlemesi ve ses miksajı için BaBoom Studio Istanbul, Can Ülgenci ve ekibi ile çalıştık. Bazı off-screen sesler için dublaja girmemiz gerekti. Filmin renk düzenlemesini Buğra Balcı’ya ait. Görsel efektlerimizi Berk Vatansever yaptı. Bu süreç de yaklaşık altı ay sürdü ve filmi tamamladık.
Sinemada edebiyat uyarlamaları her daim riskli bir tercihtir ve kısa film türünün kendi dinamiklerini düşündüğümüzde bu seçiminizi cesur olarak nitelendirebiliriz. Hikâyesi 100 yılı aşkın süre önce yazılan bir eserin kısa film formatına uyarlanması noktasında üzerine tüm yönleriyle titiz çalışıldığı çok belli. Bu noktada metnin yeniden ele geçirilmesi, hikâye kurgusuna yapılan dokunuşlar ve diyaloglar konusunda nasıl ilerlediniz? Uyarlama bir işi çekme sürecinde karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
100 yıl önceye ait bir metni uyarlamanın hem zor hem kolay yönleri oldu benim için. Zor olan kısım özellikle diyalogları yeniden elden geçirirken yaptığım tercihler, sadeleştirmeler ve eklemelerdi. Ömer Seyfettin hemen herkesin en az bir öyküsünü hayatının bir döneminde okuduğu en bilinen yazarlarımızdan biri. Onun hikâyesini daha önce yapılmayan bir biçimde aktarmak tabii bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Ömer Seyfettin’i anlamak, tanımak, edebiyatına hakim olmak, ne anlatmak istediğini kavramak gibi kısımlar önemliydi ama bu kısımlara bu filmi yapmaya karar vermeden önce çalışmıştım. Hakkında yazılan makaleler, Bomba ve Ömer Seyfettin hakkında yazılmış doktora tezleri, sosyolojik ve psikolojik incelemeler, tarihsel analizler tüm bunları detaylıca araştırdıktan sonra, bu öyküye ve bu dünyaya ait bir şey anlatıp anlatmak istemediğime karar vermek istedim. Araştırdığımda tam da yapmak istediğim sinema için elverişli bir yapı keşfettim ve hiç şüphem kalmadı hikâyeyi uyarlarken. Tabii ki o döneme ait eski ve zor bir diyalog dili vardı öyküde. Bunu neredeyse günümüzde konuşulan bir Türkçe gibi akıcı hale getirmek ama bunu yaparken de karakterlere 2020’lerde olduğumuzu hissettirmeyecek cümleler kurdurmak, bugün de anlaşılırlığını koruyan eski kelimeleri tutmak gibi üzerinde çalıştığım tarafları oldu diyalogların.
Oyunculara senaryoyu ilk gönderdiğimde senaryonun ve diyalogların akıcılığı ortak bir gözlem olarak ortaya çıkınca içim çok rahat etmişti. Bununla birlikte 110 yıl önceki dönemin şartları, kadının ve erkeğin toplumsal rolü, davranış biçimleri ve bunu anlatış biçimleri bugünden çok farklı. Ömer Seyfettin’in çizdiği kadın profili orijinal öyküde, filmde olduğundan çok daha pasif bir noktada. Ben hikâyeyi günümüzde anlattığım için burada da bazı dokunuşlarda bulundum. Magda’nın da inisiyatif aldığı, sorguladığı kısımlar var filmde öyküden farklı olarak. Tabii ki dediğim gibi bunu öykünün ve Ömer Seyfettin’in çizdiği profilin fazla dışına çıkmadan bu yazılmış dünya içinde yapabildiğim kadarıyla müdahale ettim. Ekolayzer ayarlarıyla oynamak gibi neredeyse. Bunun dışında özellikle Magda ve Boris arasında öyküde olduğundan farklı bir duygusal kontrast kurma tercihine gittim ve askerlere bugün seslendirdiklerinde anlaşılacak bazı espriler ekledim. Bunun dışında önceki filmlerimde de yaptığım gibi sevdiğim ve filmin türü ile uyuşan bazı filmlere referanslar ve selam göndermeler var. Bu şekilde küçük bulmacalar eklemeyi seviyorum filmlere. Keşfedilince de çok mutlu oluyorum. Bu üzerine uğraştığım alanlar yazarken üzerinde düşündüğüm zorluklardı. Bunun dışında Türk edebiyatında önemli bir yer etmiş bir yazarın, toplumsal hafızamızda bulunan bilinen ve kabul görmüş bir öyküsünü uyarlayarak yazmak zaten bilinen karakterler ve olay örgüsü üzerinde çalışmak bir anlamda kolaylık da getiriyor. Bu filmden sonra kendi tarzımı, yorumumu katabildiğimi de gördüğümde uyarlama yapmayı sevdiğimi keşfettim.
Bomba, bir edebiyat uyarlaması olmasının yanında kısa metrajda çok sık rastlamadığımız tarih ve korku türleri üzerine de inşa edilmiş bir film. Bu yönüyle tarih ve korku türlerini bir araya getirmek sizin için hangi risklere karşı gelmek oldu?
2010’ların ortasından itibaren popüler olmaya başlayan evelated horror ve folk horror alt türlerinin atmosferiyle birlikte düşünmeye başlamıştım Bomba’yı. Hikâyeyi okuduğumda yapı olarak bu tür bir atmosferin içinde anlatmaya çok uygun bir hikâye olduğunu fark ettim. Tarihsel olarak Balkan dokusunu bu yeni sinema atmosferinde vermek bir yanıyla avantajlı olsa da yakın coğrafyamıza ait yakın tarihli bir dönem hikâyesi anlatmak aynı zamanda gerçek bir coğrafya ve tarihe işaret ettiği için politik okumalara, tarihsel analizlere açık hale getiriyor filmi. Örneğin dünya prömiyerimizi yaptığımız Tirana International Film Festival’de Arnavutluk seyircisi filmin geçtiği dönem ve karakterlerin hangi milletten olduğu ile yakından ilgilendi ve bu kısımla ilgili soruları oldu.
Ömer Seyfettin’in öyküsünde bir çerçeve çiziliyor olsa da ben bu hikâyeyi daha evrensel bir biçimde ele almak istedim. Her dönemde her milletten insanın savaş atmosferi içinde başına gelebilecek bir öykü bu. O nedenle görsel olarak Seyfettin’in işaret ettiği çerçeve içinde kalsak da filmde özellikle mekân ve zaman kavramlarının altını pek çizmedik. Dekor ve aksesuarlarımızdan Balkanlar’da olduğumuz ve 100 yıl öncesi bir dönemde olduğumuz anlaşılıyor olsa da filmde bölge ismi, savaş adı hatta karakterlerin isimleri bile geçmiyor. Filmde yaşanan vahşeti ‘’x milletten çetenin, x dönemde yaptığı bir vahşet’’ diye işaret etmek yerine, her dönemde geçerli olabileceğini ima etmek ve direkt insanın sınır tanımazlığı ile ilişkilendirmek bana daha doğru geliyor. Tarihsel bir film işlerken amacınız herhangi bir politik söyleme gitmemek olsa bile bu olaylar tarihte gerçekten yaşandığı için belirli yerlere kolayca çekilebiliyor. Benim için en önemli risk buydu.
Filmin hikâyesi I. Dünya Savaşı öncesinde kanunsuzluğun hakim olduğu Balkan bölgesinde geçiyor. Hikayenin seyirciye sunduğu atmosfer de bu yönüyle bizi o günlere götürüyor adeta. Seyircinin filmle olan bağını ilk anda sağlayan bu atmosferin yaratımını nasıl gerçekleştirdiniz? Sanat yönetmenliğinde imzası olan Yiğit Uzunefe ile çalışmanızı anlatabilir misiniz?
Yiğit Uzunefe ile uzun zamandır çalışıyoruz. Ağırlık olarak reklam filmlerinde birlikteyiz. Klip ve reklam alanında yoğunluklu çalışıyor Yiğit. İç mimarlık, tasarım ve heykel yönleri de var ve bu da film için bir ihtiyaç olduğunda tüm yönleri ile yaratıcı çözümler önermesini ve aynı dünyayı kolayca kurabilmemizi sağlıyor. Bomba’da çalışmaya başladığımızda ilk olarak dönemi ve Balkanlar’da kullanılan ev içi materyalleri araştırmaya başladı Yiğit. Dönemin sosyolojisine uygun bir atmosfer kurdu dekor ve aksesuarlarda. Ön hazırlıkta yapay zeka tasarımlarla oluşturduğum bir mood boardum, görsel dünyam vardı. Bunun üzerine inşa ettik sanatı ve görüntüyü. Özellikle mum ve gaz lambası, şömine ateşi ağırlıklı bir aydınlatmamız olacağı için iç mekanda monokrom kalma riskimiz vardı renklerde. Bunu ağırlıklı olarak renkli kumaş dekorlarla kırmasını istedim. Halılar, perdeler, duvara asılı dönemin günlük araç gereçleri ile yaşayan bir köy evine dönüştürdük mekanı. Çok sevdiğim asılı kurutulmuş sebzeler gibi benim aklımda olmayan ince detaylı katkıları oldu. Tek mekanda dönemi yansıtmamızı sağlayan bir çok ayrıntıyı Yiğit’in deneyimi ile birlikte kurduk. Dönem ve gerilim birleştiğinde ikna edicilik, seyirciyi içine çeken atmosfer çok önemli. Bu yüzden üzerine titizlikle çalıştığımız detaylar oldu.
Bomba’da hamile eşiyle birlikte Amerika’ya kaçmayı planlayan Boris’in son gece yaşadıklarına tanık oluyoruz. Hikâyenin karanlık yönü, ilk sahnesi ve ardından gelen dakikalarla birlikte kendisini belli ederken hikâyenin gidişatının ne olacağını da az çok tahmin etmemize olanak tanıyor. Fakat bu noktada hikâyenin orijinalinden daha kanlı ve vahşi bir yola sapması, filmin korku türünü de alt türlerinden biri olan “haneye tecavüz” diye nitelendirdiğimiz temaya yerleştiriyor. Böyle bir tercihte bulunmanız nedeni ne oldu?
Öykünün orijinali de “haneye tecavüz” türünde bir konu işliyor. Sinemadaki karşılığı olarak “Funny Games”, “Straw Dogs” bizde de “Barda” örneğini verebiliriz. Dışarıdan gelen tehlikeli yabancıların içeridekileri genellikle kendi hanesinde, güvenli alanında terörize etme teması bizde örneğine az rastlanır bir tür. Bu anlatıyı güçlendirmek için evin içine girdiğimizde genellikle karakterler ile birlikte evin içinde kalıyoruz. Dışarıdan gelen karakterlerin yanında durmuyoruz finale kadar. Bu da içerde mahsur kalma, çaresizlik, kapalı kalanda sıkışıp kalma hissini kuvvetlendiriyor benim için. Öykünün orijinalinde özellikle finaline saklanan bir gore anlatı var. Ben kendi yorumumda olay örgüsüne sadık kalarak gore sahnelerin seviyesini artırmayı ve böylece korku sineması seyircisine doğrudan hitap etmeyi tercih ettim.
Ömer Seyfettin’in Bomba hikâyesi, yapısı itibarıyla bir yandan Bulgar komitacıların şiddet ve vahşet içerikli erkekliğini eleştirirken diğer yandan milliyetçiliğe ve erkekliğe dair önemli çıkarımlar sunuyor. Bu açıdan hikâyenin ana karakteri Boris ile eşi Magda’nın beden tasvirlerinin filminizde de doğru konumlandırıldığını görmekteyiz. Bu yönüyle filmdeki “beden” tasviri ve olgusuna dair neler söylemek istersiniz?
Öyküde Ömer Seyfettin’in betimlemelerinde sunulan bir tablo hali hazırda vardı aslında. Bunun üzerinde pek değişiklik yapmaya ve karakterleri sil baştan yorumlamaya gitmedim. Özünde hikâyeye, olay örgüsüne ve karakterlere olabildiğince sadık kaldığım bir uyarlama oldu. Sadece vahşet dozunu artırıp görsel dünyasını biraz evrensel bir noktada anlatmak istediğim bir hikâye idi. Magda, Ömer Seyfettin için hamile olduğundan aynı zamanda geleceği temsil eden, kutsal ve korunması gereken vatan kavramı ile özdeşleşiyor. Magda iki canlı olduğu için çok daha endişeli, sorgulayan, kendisi ve ailesi için korkan bir karakter. Baba yaşlı ve eski Osmanlı’yı, kökleri temsil ediyor. Komitacıların her biri bölünmüş Balkan’ları temsil ediyor. Boris’i diğer komitacılardan ayırıyor, tercihlerini sorguluyor ve cezalandırıyor bir bakıma. Aileyi korumak ve vatanını korumak kavramları arasında bir pencere sunuyor. Boris, savaş döneminde de olsa şiddeti çözüm olarak görmeyen, silahı, kaba kuvveti kullanmayan, anlaşabilmeyi, iletişimi, medeniyeti temsil eden bir karakter. Naif ve olumsuz durumlar içinde duygularını pek yansıtmayan, güçlü ve olumlu kalmaya çalışan biri. Zulüm ve baskı gördüğü zaman terk etmeyi, gitmeyi tercih ediyor. Ama Ömer Seyfettin bunun çözüm olmayacağını düşünüyor ve düşüncelerini aksi yönde davranan bir karakter üzerinden yansıtıyor hikâyeye. Hikâyede anlattığı temanın dışına çıkmamak ve onun bakış açısına sadık kalmak öyküyü uyarlarken önemliydi benim için. Hiçbir düzenin kalmadığı kaotik savaş ortamında özellikle çocuk, yaşlı, kadın, erkek her birinin bedenleri üzerine acımasızca yapılan istismarda, bozulan toplumsal yapıyı anlatırken önemli bir gösterge oldu benim için.
Hikâyenin giderek artan gerilimi ve şiddet eğilimi, her geçen an rahatsız edici bir seviyeye ulaşıyor. Fakat bu noktada kontrolü öyle doğru bir şekilde elde tutmuşsunuz ki filmin “şiddet pornografisi”ne dönüşmesini engellemişsiniz. Aradaki o ince çizgiyi nasıl buldunuz?
Ömer Seyfettin 100 yıl önce bu tür bir hikâye yazmış ve bugünlere gelene kadar da sansürlenmiş. Bu konuyu anlatacaksam öyküde olduğu gibi sert ve hakkını verecek sahnelerle anlatmak hassas olduğum bir noktaydı. Sanırım tahminimden de sert oldu film. İlk izleyici ve festival yorumları bu şekilde. Ben bu tür sinema örneklerine çok alışkın olduğum için bu türün gerekliliği gibi standart geliyor bazı sahneler ama istismar sineması örneğine yakın olmayan seyirci için izlemesi zor bir film oldu. Geçtiğimiz günlerde Utah’ta yapılan en ünlü genre festivallerinden olan FilmQuest’in festival direktörü Jonathan Martin “Çok karamsar bir film. İzledikten sonra duş almak isteyeceksiniz. Filmi izlediğinizde cehennemin içinden geçiyormuş gibi hissedeceksiniz” şeklinde yorumları oldu. Sinema eleştirmenlerimizden Ali Ulvi Uyanık’ın da “Cennet gibi yeşillikler içindeki evin bir gecede cehenneme dönüştüğüne tanıklık edeceksiniz” yorumu oldu. Seyircilerden de etkilenip izleyemeyenler, galada rahatsızlanıp en gore sahnede çıkanlar oldu. Bir yandan filmin istismar ve rahatsız edicilik öğelerinin çalıştığını, iddiasını gerçekleştirdiğini gösterse de kimi seyircinin bu kadar zorlanacağını tahmin etmemiştim. Burada amacım Ömer Seyfettin’in betimlemelerinin ve gore anlatısının altında kalmamak hatta bir korku filmi olarak ele aldığım için vites yükseltip çıtayı daha yukarı taşımaktı.
Filmin neredeyse tamamı tek mekânda geçse de dinamik anlatım ve akıcı diyaloglar hikâyenin durağanlığını ortadan kaldırıyor. Tek mekânda çalışmak sizi senaryo yazımı, anlatım ve kurguda zorladı mı?
Kurguda zorladığı anlar oldu. Bazı anlarda aynı planda kalmak zorunda olduğumuz sahneler oldu devamlılık ve tansiyonu korumak için. Evin içinde dengeli, iyi görünen bir sinematografi kurmak gerekti. Diyaloglarda anlatımı destekleyen çok küçük ayrıntıları özenle senaryoya eklemek gerekti. Aynı mekânda olmanın prodüksiyon olarak avantaj ve dezavantajları var. Öykü etkili ve yüksek sahnelerle dolu olduğu için tek mekânda geçmesi bir sorun değil. Aksine gerilimi, tansiyonu giderek artırırken aynı mekânda kısıtlı kalmak karakterlerle birlikte çaresizliği daha etkili hissettiriyor bence. Mekân da karakterlerden birine dönüştü hikâyede. En gergin anlardaki eslerde, rüzgar sesi, pencere çarpmaları, tahta gıcırtıları devreye giriyor ve gerilimi besliyor. Diyalogları yazarken her bir sözün ve eylemin hikâyeyi ilerletiyor olmasına dikkat ettim. Bunu doğru şekilde kurup her planda bu amacı önceliklendirdikten sonra akıcı bir anlatım yakalamak mümkün. Seyfettin’in ustaca hikâye anlatımı ve betimlemeleri de bunun önünü açtı tabii ki. Kısa ama sürükleyici bir öykü zaten Bomba.
Filmde Boris rolünde sizi de izliyoruz. Yönetmenliğini yaptığınız bir hikâyede yer almak ve o süreci yönetmek nasıl bir deneyim oldu?
Beni besleyen öğretici bir deneyim oldu genel olarak. Kamera önündeyken de yönetmenliğe devam etmek ve kendimi izleyemeden devam etmek, senkron olmayan ses ve görüntüyle playback izleyerek karar vermeye çalışmak zor oldu. Lise, üniversite döneminde profesyonel tiyatro yaptığım ve oyuncu olarak tiyatro festivallerine katıldığım, bu festivallerden oyunculuk ödülleri aldığım bir dönem oldu. Sonradan sinemayı seçtim. O yıllardan kalan deneyimimi de oyuncu yönetiminde ve iletişimde kullandım. Boris için benim yaşlarımda, benim gibi görünen bir cast arayışındaydım zaten. Anne tarafından Selanik göçmenliği de var. Castı kurarken oyuncuların Balkan insanlarını çağrıştırması, renkli gözlü olması gibi ayrıntılara dikkat ettim. Amazon’un Rings of Power’ındaki tercihler gibi davranmadım bu noktada. Aklımdaki bir iki oyuncuyla takvimsel olarak anlaşamayınca zaten B planı olarak benim oynamam alternatifi gündemdeydi. Beni eski tanıyanlar kamera önünde görünce şaşırmadı aslında ama pek anlattığım bir yönüm değil. Boris’in iki oyuncu ile teması var, belirli bir yerden sonra hikâyeden çıkıp gidiyor ve asıl aksiyonun olduğu kısımlarda tamamen kamera arkasına geçebilmemi sağlıyor. Bu yapısından dolayı tercih ettim en çok.
Filmin karanlık atmosferi ve konusu dışında görüntü yönetimi ve müzikleri de hikâyenin seyirci üzerindeki duygu hâkimiyetine önemli katkı sağlıyor. Bu noktada filmin görüntü yönetmeni Ece Latifaoğlu, bestecisi Esin Aydıngöz ve ses tasarımcısı Mine Pakel’in titiz çalışmalarına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor sanırım.
Bu filmde kamera arkasında uzun zamandır çalışmak istediğim, özellikle Bomba projesi için çok uygun olduğunu düşündüğüm kişilerle çalışabilme imkânını buldum. Bunun için çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Ece Latifaoğlu’nun işlerini takip ediyor ve beğeniyordum. Özellikle low light sahnelerde ülkemizde fark yaratan görüntü yönetmenlerinden. Kendine ait görsel bir imzası var. Birkaç işini izledikten sonra, rastgele bir filmden bir sahne gördüğünüzde ışık ve kadraj kullanımını görüp “Bunu Ece çekmiş.” diyebiliyorsunuz. Bu da onu diğerlerinden ayıran bir sanatçıya dönüştürüyor. Bence çok önemli ve her görüntü yönetmeninin hedeflemesi gereken bir özellik. Görüntüye, sanat yönetimine, ışığa ve hatta filmle ilgili kendi alanı dışındaki detaylara da aşırı önem veriyor ve projenin içinde oluyor. İşini çok severek yapan insan sayısının giderek azaldığı bir dönemde özellikle estetik gerektiren, üzerinde uzunca düşünmek, tasarlamak gereken sanat dallarında işini çok sahiplenen, her an daha iyisini bulmaya, yapmaya çalışan, bunun için emek veren bir profesyonel bulmak altın değerinde artık.
Maalesef sektörde olumsuz örnekleri o kadar çok görüyoruz ki. Başka meslek sahibi insanların çocukluk, gençlik hayali olan meslekleri yapan insanlar bile, oyuncular, şarkıcılar, yönetmenler artık bir şekilde bu sistem içerisinde o çocukça inancı, tutkuyu, ruhu kaybetmiş şekilde, ısmarlama ve otomatik işler yapıyorlar. Bu da ruhsuz, duygusuz sonuçlar doğuruyor. Ece, ruhuyla sinema yapan bir sanatçı. Sinemayı, görüntüyü, fotoğrafı çok seviyor ve bunu çalışırken fark edebiliyorsunuz. Bence çok iyi bir görsel estetiği var. Kamerayı konumlandırdığı yer, ışık seçimleri, gölgelendirmeler hepsi hikâye ile çok uyumlu ilerliyor. Bunun için başta atmosfer ve filmin duygusu konusunda uzunca konuşup birbirimize referanslar gönderdik. Uyumlu bir dil de yakaladık sette kolayca ilerledi her şey. Bence sinemada görüntü çok önemli. Önce göstererek anlatma sanatı sinema benim için. Bu da görüntü yönetmenini ekipteki en önemli partner haline getiriyor. Filmin tüm duygusunu doğru görsellikle desteklemek çok kritik. Filmin sinematografisinden çok memnunum. Filmi güçlendiren yönlerden biri.
Aynı şeyleri ses tasarımı için de söylemek isterim. Görüntü gibi atmosfer sesleri özellikle bu film için çok önemliydi. Çünkü bu bir kısa film, kısıtlı imkânlarımız ve kısıtlı mekânımız var elimde. Bu nedenle bazı anlatımları sadece ses desteği ile vermemiz gerekti. Örneğin filmde diyaloglarda da geçen, bir sahnede mizansenin parçası olan köpekler var. Bu köpekleri duyuyoruz sadece, görmüyoruz. Bomba bir yandan gerilimini ses tasarımından alan bir film. Foley ve ses tasarımımızı Mine Pakel yaptı. Mine de uzun süredir radarımda olan çalışmak istediğim bir sanatçı. Özellikle evin içinde diyaloglarla dans eder şekilde en gergin sessizlikte sahnede öne çıkan foleylerimiz efekt seslerimiz var. Özellikle filmi sinema salonunda her izlediğimde Mine’ye tekrar teşekkür ediyorum. Ses tasarımı tam hedeflediğim gibi oldu. Üstelik Mine’ye biraz fazla iş düştü burada foleyde. Sette kaydettiğimiz seslerin bir bölümü kullanılamaz durumdaydı. Birçok sesi sıfırdan baştan yaparak ses tasarımını inşa etti ve filmlerde duyguyu daha çok sesle taşıdığımızı düşünürsek, ne kadar önemli bir katkısı olduğunu daha iyi anlatabilirim sanırım.
Müziklerde geçtiğimiz yıl Grammy adayı olan Esin Aydıngöz, Los Angeles’da sıklıkla çalıştığı ekiple birlikte besteleri aranje ettikten sonra canlı performans kayıtlarını aldı. Örneğin Oppenheimer filminin popüler soundtrack’inde duyduğumuz keman virtüözü Mark Robertson, Bomba’da da keman performansı kendisine ait. Esin, kendisi gibi harika bir ekip kurdu ve müziklerimizi tamamladık yaklaşık iki ayda. Esin ile çok daha önceden tanışıyoruz, hatta Bomba’yı uyarlama fikrimin olduğunu söylediğim ilk kişiydi. Uluslararası başarıları olan milli gururumuz Esin ile umarım daha birçok projede birlikte çalışırız.
Peki biraz da sektöre dair konuşacak olursak ülkemizde edebiyat uyarlamalarının uzun veya kısa metrajda yeterince beyaz perdeye aktarıldığını düşünüyor musunuz?
Yeterince yapıldığını düşünmüyorum. Çok güzel eserlerimiz var uyarlanması gereken. Bazı popüler örnekler, roman uyarlamaları, çizgi roman uyarlamaları var. Genellikle televizyon işlerinde daha çok karşılığını bulduğunu görüyoruz ama sinemada da dünya seyircisi ile buluşturmak üzere hiç üzerine gidilmemiş yerli eserler uyarlanabilir, aktarılabilir.
Röportajımızın sonlarına doğru biraz daha kişisel bir soru sormak isterim. Sinema, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Umuda da umutsuzluğa da yaşama da alan açar bence. Zaten filmler bunun için var. Benim filmlerim genellikle kötü sonla, çaresiz durumlarla bitiyor. Oldukça karamsar ve umutsuz bulunuyor. Haklı buluyorum bu yorumları. Sanırım ben de böyle biriyim zaten. Biraz da seyircinin filmi izlediği zamanki duygusal, psikolojik durumu, kitlelerin her dönem değişen toplumsal hafızası, gündemi ile de değişen bir durum. Aynı eseri 5-10 yıl ara ile izlediğinizde farklı hisler uyandırıyor. İzlendiği döneme, coğrafyaya göre değişiyor sinemanın seyircide uyandırdıkları. Kuzey toplumundaki şehirleşme ile gelen ruhsal bunalımları anlatan bir drama, doğru toplumundaki seyircide hiçbir karşılık bulamayabiliyor ya da tam tersi de geçerli. Ben de bu kadar karamsar ve şiddet içeren bir savaş hikâyesini, savaşların ve zulmün devam ettiği bu dönemde anlatırken bir gün bu olayları sadece filmlerde kaldığını görebilmek umuduyla, savaşın ve şiddetin yol açtıklarını izleyenlerle yüzleştirerek düşünemeye davet etmek amacıyla yapıyorum. Ama ne anlaşıldığı kimin hangi algıyla izlediğine göre değişebiliyor. Bu da yaptığımız işin doğal bir sonucu.
Röportajımızı gelecek projelerinizi konuşarak noktalayalım dilerseniz. Kariyerinizin bundan sonraki sürecine dair ufak tüyolar paylaşabilir misiniz?
Bundan sonra farklı türlerde yapmak istediğim uzun metraj ve mini dizi hikâyeler var. Bunlar ilişkiler, toplum normları, beklentiler, evlilikler, gelenekler hakkında kara komedi, hiciv türünde projeler Ruben Östlund mizahı gibi biraz. Korku dışında da projeler yapmak istiyorum. Ancak şu an önümüzde Bomba’nın uzun metrajı projesi var. Kısa filmin festival süreci ile birlikte bir yandan uzun metrajın senaryosunu yazıyorum. Daha sonra pitching ve destek fonlarına başvuracağız.
Kapak Fotoğrafı: Genta Mema
İlginizi çekebilir: Emre Eminoğlu’ndan Locarno İstanbul Modern’de “Hanami” Yönetmeni ile Röportaj
İlk yorumu siz yazın!