Oslo, August 31st: Bir Şehir Ve 24 Saate Sığan Sayısız Anı
Bir seçenek, bir ihtimal, bir şans var. Baştan başlamak, denemek, ilişki kurmak, emek vermek ve diğer her şey için. Her şey ne kadar anlamsızken değer mi? Kalbin deli gibi atmıyorsa, bir heyecan, bir aşk ile kıpırdayamıyorsa çabalamanın anlamı olabilir mi? Çoktan kaybettiğin, belki hiç bulamadığın bir şey var burada. Eksik olan nedir hiç bilmiyorsun, karanlığın içinden çıkan yolu bulamıyorsun. Oslo, August 31st, rehabilitasyondan çıkmasına birkaç hafta kalmış olan Anders’in Oslo’da geçirdiği 24 saat üzerine bir film…
Anders’ın bundan sonraki hayatının ilk 24 saatini; bir çıkış, bir yol aradığı, oradan oraya savuran, inişli çıkışlı bir günü izliyoruz filmde. Her gün gibi geçen bir gün aslında. Her yeni gün, her sabah, her yaz, bahar, kış; her yol, her ihtimal, her ses gibi. Birbirine benzer günler, geçen günlerin pek değiştirmediği insanlar. Aynı sen, aynı ben, aynı kalem, aynı defter. Bir sonraki günü neden böyle heyecanla bekliyoruz öyleyse?
Bir sevgili, bir beklenen, bir bekleyen. Bir aşk, bir neşe, bazen bir burukluk ve burukluğun hemen yanı başında duran umut, her sabah doğan sarı, sıcak güneşi karşılayacak kıpırtıyı taşıyor bedenimize, midemize, kalbimize ve dokunuşlarımıza, bakışlarımıza.
24 saat, sayısız anı ve çağrışımlar, olasılıklar, ilişkiler ve bir şehir. Oslo, August 31st, uyuşturucudan kurtulduktan sonra Anders hayatın dönmeye değer olup olmadığını sorguluyor. Burada bir aşktan ve umuttan iz bulamıyor insan. Bir korku, aynı şeyler olacak hissi, umutsuzluk, çevredeki neşeye dağılmayan bulutlar. Yargılar, gerinlikler, geçmeyenler, sorular ve boşa çabalar. Anders denemeden vazgeçmek istemiyor ancak nasıl biteceğini de çok iyi biliyor gibi. Her gün gibi, bir heyecan ve kıpırtıdan uzak bir gün. Tutunacak bir dost, aşk veya his arıyor. Gerçek olan bir şey var mıydı onca zamandır, geçip gitmeyen bir ilişki? Bir yandan empati arıyor, gerçekten dinleyen, duyan birine bakıyor. Herkes gelip geçiyor, günün sonunda kimse kalmıyor, merak etmiyor, umursamıyor. Anders de gelip geçiyor, sadece 24 saat için görünüyor.
İnsanın kalbini kıran bir film, gerçek, kıpırtısız, umutsuz, keyifsiz, güvensiz, yalnız. Yeniden başlamak için çok geç, daha önemlisi, çok anlamsız. 24 saatte fikri değişir mi insanın? Hayata güvenmek, yeniden sarılmak ve başlamak için kaç saat, kaç yıl gerekli? Seneler öncesinde alınmış bir karar olarak dururken intihar, o yoldan nasıl dönebilir Anders?
34 yıl boyunca taşıdığı ağırlık, umutsuzluk, anlamsızlıktan acıyan hali ile ruhumuza işleyen bir film diyebilirim Oslo, August 31st için. Sonunda bir iz bıraktığını hissettiğim bu filme denk geldiğime seviniyorum. Norveçli yönetmen Joachim Trier’in Louder Than Bombs (2015) ve Reprise (2006) filmleri de izlemeye değer.
Filmler başka kapılar da açıyor her zaman, bu yüzden çok güzeller. Bazen bir kitabın kapısı, bazen bir şarkı, bir albüm, bazen bir şarap veya bir dostun anısını getiriyor önüme. Oslo, August 31st sonunda Maggie Nelson’ın Bluets (Mavibent) isimli kitabında altını çizdiğim, köşesini kıvırdığım birkaç sayfayı okuyarak geçirdim vaktimi. Çünkü her şey bir bağlantı içinde olduğunda anlam kazanıyor, insan merak ettiğinde, heyecan duyduğunda beklemenin ve devam etmenin anlamı oluyor. Bu kitap da Oslo, August 31st gibi hafifçe kalbimi kırmış, gülümsetmiş ve bağların ne değerli olduğunu düşündürmüştü. Sona yaklaşırken “umut” kelimesinin bana çağrıştırdığı bir başka metni de buraya bırakmadan bitirmek istemiyorum, Uzun ancak okumaya değen, Rebecca Solnit’in Guardian için yazdığı şu yazı: “The impossible has already happened: what coronavirus can teach us about hope”.
Kapak fotoğrafı: BlackBook
İlginizi çekebilir: SineMagger’dan Film Önerileri
İlk yorumu siz yazın!