İlk yorumu siz yazın!
Osman Hamdi Bey: İlk Türk Müzeci ve Türk Müzecilik Tarihi
Kaplumbağa Terbiyecisi, Yeşil Camii Önü, Mihrap gibi eserleri ile hafızalarımızda yer eden ve tarihimizin değerli ressamlarından olan Osman Hamdi Bey’in unutulmaması gereken o çok önemli kimliğine, ilk Türk müzecisi ünvanına ve Türk müzeciliğinin gelişimini hadi hep birlikte keşfedelim!
Yıl 1887. Sayda’da bir vatandaş, arazisinde taş ocağı işletmek ister; fakat yapılan incelemeler sonucu burada bir mezar olduğu bildirilir. Bunun üzerine Müze-i Hümayun müdürü Osman Hamdi Bey, Sultan II. Abdülhamit tarafından burada görevlendirilir. Osman Hamdi Bey’in bu mezarlardan çıkardığı 18 lahitten 11’i gemilerle İstanbul’a getirilir. Lahitler İstanbul’a gelmesine gelir ama, konacakları bir yer yoktur. Bu ihtiyaç doğrultusunda İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin çekirdek binasının yapımına başlanır. “Lahitler Müzesi” olarak hizmete açılan bina, o dönem dünyadaki en zengin lahit koleksiyonuna sahip müze, Osman Hamdi Bey ise ilk Türk müzeci ve ilk Türk arkeolog olarak uluslararası bir üne kavuşur. Bu hikayenin peşine düşmeden önce gelin, müze kelimesine yakından bakalım.
Yunanca “Mouseion” kelimesinden türeyen müze, “ilham perilerinin yaşadığı yer” anlamına gelmekte. Müzler yani Musalar, Yunan mitolojisinde Zeus ve Mnemosyne’in dokuz gecelik ilişkileri sonucu dünyaya gelen dokuz kız kardeştirler. İlham tanrıçaları-ilham perileri olarak mitolojide yer alan müzlerin her biri müzik, dans, şiir gibi farklı bir yaratıcı uğraşı temsil eder, onu korur ve ona esin kaynağı olur. Müze kelimesinin türediği “Mouseion” müzlerin yaşadığı yer anlamına gelmekle birlikte, Antik Yunan’da bağlar bahçeler, dağlar bayırlar, festival şenlikler için de kullanılan bir kelimedir.
Müzecilik ve Tarihsel Gelişimi
Değerli nesneleri sergilemek, günümüz müzelerin kuruluşunun çok öncesine dayanıyor tabii; fakat modern müzenin ilk prototipi denebilecek örnekler, Antik Yunan’da sanat objelerinin, ganimetlerin ve kutsal eşyaların toplandığı hazine binaları diyebiliriz. Bildiğimiz modern müzeye giden yoldaki ilk basamak ilk örnekleri Fransa’da görülen “stüdyolar”. Stüdyolar, kişilerin koleksiyonlarının korunup sergilendiği özel alanlara deniyor. Modern müzeye bir basamak daha yakın olan “galeriler” ise, ilk 16. yüzyılda Medici ailesine ait koleksiyonun tanıtılması için düzenlenen Floransa’daki Galleria degli Uffizi ile başlıyor. (Müze kelimesinin ilk kullanıldığı yer de burası, söylemeden geçmemek lazım.) Nesne ve eserlerin kategorilere ayrılarak düzenli şekilde yerleştiği galerilerdeki amaç, ziyaretçilerin rahat dolaşımını sağlamak. Galeriler ile birlikte “kabineler” oluşmaya başlıyor. Kabineler aslında bilimsel araştırmaların bir parçası. Hayvan ve bitki türleri, tıp ve eczacılık konularında oluşturulan eğitim amaçlı koleksiyonlar diyebiliriz. Stüdyolar, kabine ve galeriler derken müzecilik temelleri de böylece atılmış oluyor.
17. yüzyılda koleksiyonlar çeşitlenip genişliyor ve toplanan objeler artık sadece hobi ve zevk objeleri olmaktan çıkarak toplumsal değer kazanıyorlar. Bunun ilk örneği Elias Ashmole’ün özel koleksiyonunu Oxford Üniversitesi’ne bağışlamasıyla ortaya çıkıyor. Ashmole’ün ilk kez görücüye çıkan özel koleksiyonu Ashmolean Müzesi’nin temellerini atıyor. Ashmolean Müzesi bazı araştırmacılara göre ilk müze olarak kabul ediliyor. Bazı araştırmacılar ise halk için hazırlanıp açılan Paris’teki Louvre Müzesi’nin ilk müze olduğunu savunuyor.
Türk Müzecilik Tarihi
Ülkemiz topraklarında (Tabii o zamanlar Osmanlı Devleti’nde) müzecilik tüm dünyada olduğu gibi koleksiyonculukla başlıyor. Bir kurum olarak ilk müzenin açılması Avrupa’daki ilk müzelerin açılmasından yaklaşık 150 yıl sonraya denk geliyor. Osmanlı Dönemi’nde yadigar tüm eserler ve savaş ganimetleri hazinelerde korunuyorlar. İlk sergileme alanı Topkapı Sarayı’nın avlusunda cephane deposu olarak kullanılan Hagia Eirene yani Aya İrini. Burası için ilk müze diyemeyiz, çünkü halka açık değil ve özel izinle girilebiliyor. Tophane-i Amire müşiri Ahmet Fethi Paşa, müzenin bir kurum olmasında ön ayak olarak, Aya İrini’de silah koleksiyonu ve eski eser koleksiyonu olarak iki temel koleksiyon hazırlıyor.
1869’da Aya İrini deposu düzenlenerek bir müze kuruluyor ve Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Edward Goold buraya müdür olarak atanıyor. Bir sene içinde kazılarda yapılan eserler toplanıyor, bağışlar alınıyor derken koleksiyon öyle bir genişliyor ki Aya İrini’ye sığamamaya başlıyor. Bunun üzerine halka açılması amacıyla Çinili Köşk’ün bir müzeye dönüştürülmesi öneriliyor. 1876’da “Müze-i Hümayun” yani İmparatorluk Müzesi adıyla halka açılan Çinili Köşk’ün başına Dethier getiriliyor. (Buradaki askeri koleksiyon sonradan Harbiye Askeri Müzesi’ne taşınıyor.) Tarih, filoloji, arkeoloji ve sanat alanlarında eğitimli Dethier tarihi eserleri koruma kanunu olan “Nizanname” çıkarılmasını sağlamış olsa da bu dönemde maalesef birçok tarihi eser yurt dışına çıkarılıyor. Dethier’in ölümüyle Çinili Köşk’e Paris, Viyana, Belgrad ve Bağdat’ta çeşitli görevlerde bulunan ressam Osman Hamdi Bey atanıyor. Osman Hamdi’nin müzeye müdür atanması ile gerçek anlamda Türk müzecilik tarihi de başlamış oluyor.
Osman Hamdi Bey
Peki, Kaplumbağa Terbiyecisi, Yeşil Camii Önü, İki Müzisyen Kız, Mihrap gibi eserleri ile dünyaca tanınan Osman Hamdi Bey‘i daha yakından tanımaya ne dersiniz?
1842’de İstanbul’da dünyaya gelen Osman Hamdi, Mekteb-i Maarif-i Adliyye de eğitim aldıktan sonra hukuk eğitimi için Paris’e gidiyor. Aslında her şey burada, Paris’te başlamış oluyor. Paris’te okuduğu sırada kara kalem desenler çiziyor, ressamlara çıraklık yapıyor ve resim tutkusu ve tabii ki yeteneği sayesinde Paris Güzel Sanatlar Okulu’na kabul alıyor. O dönem, Fransa’da oryantalizm rüzgarları esen bir dönem. Burada okurken Jean-Léon Gérôme ve Gustave Boulanger gibi isimlerden eğitim alma şansı yakalayan Osman Hamdi, Osmanlı’nın güzelliklerine yöneliyor resimlerinde. Şeker Ahmet Paşa ile birlikte Osman Hamdi, Türk resim sanatının ilk kuşağını oluşturuyor ve resimde kadın figürünü kullanan ilk Müslüman ressam ünvanına sahip oluyor.
Osman Hamdi Bey ve Türk Müzecilik Tarihi
Müze-i Hümayun başına atanan Osman Hamdi, eserlerin gelişigüzel sıralanmasından rahatsızlık duyarak, eserleri kategorilere ayırıyor ve eserler hakkında bilgiler vererek onları sunmaya başlıyor. Bilimsel kazı yapan ilk Türk arkeolog ünvanına da sahip olan Osman Hamdi, Türkiye’de ilk bilimsel kazıları başlatarak, 1883-1895 aralığında Nemrut Dağı, Myrina, Kyme gibi kazılarda bulduğu eserleri müzeye getirtiyor. Arkeolog kimliğiyle birçok başarıya imza atsa da, 1888’de Sayda’da (Lübnan) yapılan kazılarda çıkardığı lahitler Osman Hamdi Bey ve Türk müzeciliğini daha da yukarılara taşıyor. Bu kazılarda çıkarılan içlerinde oldukça ünlü Ağlayan Kadınlar ve İskender Lahdi de bulunan 11 lahit gemiler ile İstanbul’a getiriliyor; fakat sergilemek için mevcut müze binası yetersiz kaldığı için yeni bir müze binasına ihtiyaç duyuluyor.
Osman Hamdi, yeni bir müze binasının yapılması için büyük emekler harcıyor. Alexandre Vallaury tarafından Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin cephesinden esinlenerek yapılan İstanbul’daki Neo-Klasik mimarinin en güzel örneklerinden olan bu müze, “Lahitler Müzesi” adı ile 1891’de ziyarete açılıyor ve o dönem dünyadaki en zengin lahit koleksiyonuna sahip müze olarak anılıyor. Müzede ayrıca dönemin Avrupa’sındaki örneklerde görüldüğü gibi kütüphane, alçı atölyesi ve fotoğraf stüdyosu da kuruluyor. (Osman Hamdi, bu binanın ilerleyen senelerde yeterli olmayacağını düşünerek bu binaya ek binalar yaptırıyor ve bugünkü Arkeoloji Müzesi binası bu şekilde ortaya çıkmış oluyor.)
Asar-ı Atika Nizamnamesi
Alman İmparator II. Willhelm İstanbul’a geldiğinde bu zengin koleksiyonu barındıran Müze-i Hümayun’u da ziyaret ediyor. II. Willhelm, burada İskender Lahdi’ne hayran oluyor ve “Lahdi bana verin, Berlin’e götüreyim. Siz bu eseri burada muhafaza edemezsiniz, biz onu daha iyi koruruz.” diyor. Bunun üzerine Osman Hamdi Bey, “Lahdi ancak benim vücudumun üzerinden geçirerek götürebilirsiniz.” cevabını veriyor. Tarihi eserlerin korunmasında, eserlerin yurt dışına kaçırılmasını önlemede büyük adımlar atan Osman Hamdi, almış olduğu hukuk eğitiminden faydalanarak Asar-ı Atika Nizamnamesini yeniden düzenliyor. Türk korumacılığının ilk adımı olan bu nizamnameye göre, tarih ve sanat değeri taşıyan eski eserlerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışına çıkarılması yasaklanıyor ve arkeolojik kazılara belirli esaslar getiriliyor.
Osman Hamdi’nin Türk müzecilik çalışmalarına olan katkıları bunlarla bitiyor mu? Bitmiyor. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ilk bilimsel kataloğunu yayımlıyor ve görev süresince Selanik, Sivas, Bursa, Konya gibi yerlerde vilayet müzelerinin kurulmasını sağlıyor.
1910 yılında ölümününe kadar modern müzeciliğin temellerini atan Osman Hamdi’nin ölümüyle yerine atanan kardeşi Halil Edhem Bey de müzeciliğin gelişmesi için birçok şey gerçekleştiriyor. (Eski Eserleri Sevenler Cemiyeti’nin kurucu üyelerinden olan Halil Edhem Bey, bilimsel yayınlara ağırlık vermiş, müze katalogları hazırlamış, Topkapı Sarayı’nın müze olması için özveriyle çalışmış biridir.)
Osman Hamdi ile İlgili Ek Bilgiler
- Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, Osman Hamdi’den bir yadigar. Osman Hamdi, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulması için ön ayak olmuş ve buranın ilk müdürü olmuştur.
- Osman Hamdi, Kadıköy’ün ilk belediye başkanı (1875) olarak görev almış birisi. Görev aldığı bir senenin sonunda ise Detheir’in ölümüyle müze müdürlüğüne atanmıştır.
- Yaşamının son yıllarını geçirdiği Gebze’deki iki katlı yapı, bugün müze olarak hizmet vermekte.
Gönül isterdi bu sene de Uluslararası Müzeler Haftası’nı bir hafta boyunca müze gezerek geçirelim; Arkeoloji Müzeleri ve Çinili Köşk’ü gezerken Türk müzecilik tarihimiz için oldukça önemli bir isim olan Osman Hamdi Bey’i de bol bol analım.
Yararlanılan kaynak: Müzecilik Yazıları: Modern Sanat Müzesinin Tasarımı
Kapak fotoğrafı: Gazete Duvar
İlginizi çekebilir: İstanbul Flaneur’den İstanbul Müzeleri
Osman Hamdi Bey Kurbağa Terbiyecisi tablosu rekor fiyata satılınca bir anda magazin nesnesi oldu. O yüzden de içeriğinden koptu.