

Paris’te Bir Suç Ortaklığı: Anılar, Sanat ve Aşk
Bir sıkıntının içinde kitaplarımı karıştırıyorum, birkaç cümle bulsam da şu sorularımı gidersem, birkaç denk geliş olsa ya, zihnim biraz durulsa diye sayfalar açıyor, sayfalar kapatıyorum. Charles Baudelaire’in Paris Sıkıntısı düşüyor önüme, göz göze geliyoruz. Çekmiyorum onu olduğu yerden, “Paris” kelimesi yetiyor tüm anılar bahçesinin kapısını açmaya. Eski fotoğrafları açıyorum, Paris’te olduğum bir yaz mevsimi vardı. Bir filmi izler gibi izliyorum anları. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen filminin arka fonunda gibiyim fakat bu defa yer Beyoğlu değil Paris. İnsan bazen duyumsadıklarını cümleye dökemiyor, zihnimizin ruhumuz ile dans ettiği sihirli oyunlar diyorum ben buna, bazı eşleşmeler ile gelen harika kombinasyonlar, anlatılmak istense de hiçbir zaman tam olamayacak, olduğu haliyle hapsolacak kalbimize. Yine de anlatmakla doluyor insan, kalemi yettiğince… Gelin, hayallerin aşkla hiç bağdaşmadığı bir yer bulana dek Paris’in hafızamda kalan yanlarını bir sözcüğün beraberinde getirdiği ilhamla yeniden yaşayalım.
Paris sokaklarında gezerken Türkan Şoray’a rastlayacağım birazdan, Notre Dame’ı ilk defa görecek olmanın heyecanı ile yürüdüğüm bu yollarda, bazen Melek gibi savurgan ve hovarda bazen de Nuran gibi telaşlı ve kırılgan olacağım. Hafif mini siyah bir elbise ve belime kadar inen açık saçlarım eşlik edecek bana ama yine de kendimi Fransız kadınları kadar zarif hissedemeyeceğim. Saçlarım her savrulduğunda Paris’in yumuşak havasında, ben de Coşkun’un senaryosundaki kadınlardan biri olacağım çokça eksik, içine sinmeyen halimle. Çünkü bu benim hikâyem tüm gerçekliğiyle.
Güzel binalar, şık giyimli Fransız kadınları, el ele tutuşan ve karşıdan karşıya geçerken aşkla birbirlerinin gözlerinde kaybolan çiftler. Ahh Paris! Aşkın şiir gibi sokaklarda yankılandığı, her köşe başında bir tutkunun filizlendiği ve Eyfel’in ışıkları altında kalbinin fısıltılarla attığı, sanatı ve modayı koynunda büyüten büyülü bir şehir. Her kaldırım taşında varolmanın yankılandığı, Louvre’un gölgesinde geçmişin izlerinin yüze vurduğu ve Montmartre’ın dar sokaklarında fırça darbelerinin sonsuzluğa uzandığı ilhamın başkenti. Yolu düşenler bilir, Paris’in kendine özgü bir kaotik güzelliği vardır. Düzenin içinde saklanan bir karmaşa, kaosun içinde şekillenen estetik mimari ile buluşur. Dar sokaklarında zaman zaman yükselen korna sesleriyle yankılanan her melodi, Seine kıyısında turist kalabalıklarıyla harmanlanan bir huzura ve şanslıysanız delice fikirlere götürür sizi. Metroda aceleyle yürüyen insanlar, kaldırım kenarına taşan kafelerde saatlerce süren sohbetlerle dengelenir. Bir yanda tarihî binaların ihtişamı, diğer yanda sokak sanatçılarının spontane dokunuşları… Paris’in kaotik güzelliği, zıtlıkların dansı gibi karmaşanın içindeki kusursuz -kendiliğindenlik- halidir görene.
Kalabalığın içinde kaybolmanın başlangıcı bence bir şehrin sokaklarında zamanı unutarak, telaşsız yürümektir; işte şimdi sokak satıcılarının yanından geçiyorum, zaman burada çok sakin, Fransızca kitaplara ve ansiklopedilere dokunuyorum. Parmaklarımın ucunda yaşanmışlığın tadı var. Seine Nehri kıyısında uzun bir tezgâh bu. Sergilenmiş minik, eşsiz güzellikte, nostaljiyi bile kıskandıracak fotoğraflarda kendimi kaybediyorum. Çıplak kadınlar var; bir güzellik kalıbına hapsolmamış çıplak kadınlar, öpüşen çiftler var, dedikodu yapan kadınlar, kavuşan sevgililer var, Eyfel’in altında hayat bulan ne varsa eski fotoğraflarda şimdi. Buradaki özgürlüğe imrenerek bakıyor içimdeki Melek, yine laf dinlemez hâliyle savuruyor saçlarını. “Onları kıskanıyorum” diyor.
Yağmur atıştırmaya başlıyor ufak ufak, şemsiye altında, köprüde oturmuş bir ressam resim yapmaya devam ediyor. Onu izlerken zihnimden Paris’e çok yakışan bir sözcük geçiyor tam da orada: Complicité. 19. yüzyılın gölgesinde, devrim çalkantılarında veya modern çağın sükunetinde, bazı suçlar yalnız işlenmez, bir bağ ise kolay oluşmaz; bir madalyonun iki yüzü gibidir complicité, her zaman bir köşede saklanır, saklanmalıdır. Belki bir dar sokakta fısıldaşan iki figürde, belki de sakince yürürken bir anda karşına çıkan Fontaine Saint-Michel’in önünde. Melek ve Nuran, Coşkun’un senaryosunu sabote etmek için mücadele eden gerçek iki suç ortağı şimdi.
Tüm bunlardan sıyrılıp bir anda karşıma çıkan bu devasa çeşmeye hayranlıkla bakıyorum: Fontaine Saint-Michel, Paris’in en ikonik çeşmelerinden biri, Latin Mahallesi’nde, Saint-Michel Bulvarı üzerinde, Seine Nehri’nin sol kıyısında. Merkezde baş melek Saint Michel (Mikail) şeytanı yenerken tasvir edilmiş; iyiliğin kötülüğe karşı zaferini simgeleyen bir figür bu. İki yanında devasa kanatlı ejderhalar (griffonlar) var ve bunlardan akan su şehrin uğultusuna karışıyor. Üst kısmında dört büyük sütun ve antik Roma tarzında bir alınlık var, kullanılan malzeme genellikle kırmızı mermer.
Güneş batmak üzere, uzaklardan bir yerlerden nefis bir waffle kokusu alıyorum, bulutlar eşsiz güzellikte, kısa bir video işimi görecek, geleceğe hatıra bırakmak için. Yanımdan gelip geçenler, sonsuza dek yanımda duracakmış gibi gülümseyenler, sırt sırta yemek yediklerim, yediğim tatlıyı doğru telaffuz ettirmek için çabalayan garson, çeşme başında oturan yalnız genç adam, gelecekte var olmayacak siluetler… Hepsi birer bağ, hepsi birer suç ortağı bana. Bir sonraki durak, geceyi konaklayacağım Montmartre. Duyduğuma göre burası Paris’in en etkileyici sanatsal mahallelerinden biri. Şehrin kuzeyinde, bir tepe üzerinde yer alması, adının sanatçılar tepesi olarak bilinmesi için yetiyor. 19. ve 20. yüzyılda Picasso, Van Gogh, Renoir, Toulouse-Lautrec gibi sanatçılara ev sahipliği yapmış ve bir sanat habitatına dönüşmüş.
Çok geçmeden odamın penceresinden Sacré-Cœur Bazilikası ile karşı karşıya kalıyorum. Beyaz kubbeleriyle Montmartre’ın zirvesinde yer alan bu bazilika bir Tanrıça gibi Paris’e hükmediyor sanki. Dar Arnavut kaldırımlı sokakları, romantik ve nostaljik atmosferi, küçük kafeleri, sanat galerileri ve eski şarap evleriyle birlikte güneşi batırıyorum. Sacré-Cœur, muazzam bir aydınlatma ile hükmünü sürdürüyor geceye. Karanlıkta tırmanıyorum tepeye, bir tören var, herkesin elinde sarı ışıklı birer fener; insanın içini ısıtan bir ilahi yankılanıyor içeriden, bilmediğim bir dilde, misafir olduğum bir kentte, hikâyeme karışacak tüm insanların içinde, tüm değerlere, inanışlara sımsıcak sarılıyorum o an.
Ertesi gün ilk ve tek durak, gotik mimarinin başyapıtlarından biri, ikiz kuleleri, gül pencereleri ve uçan payandaları ile Notre Dame. Koskoca bir yazarın dünya klasiğine ev sahipliği yapan, Quasimodo’ya adını veren o yer. Ortaokul yıllarında; Esmeralda’yla tanıştığımda, yıllar sonra müzikaline koşarak gittiğimde, saatlerce La Torture dinlediğimde, ona kavuşmak için kurduğum hayalleri hatırlıyorum. Not defterime şöyle karalamışım: “Piyano çalıyor civarda. Notre Dame yaralarını sarmakla meşgul. Ben ona hayran, o ise mavi gökyüzü ve bulutların altında çok heybetli ve çok güzel. Bir cinsiyeti olsa kadın olurdu sanki. Hüzünlü bir kadın. Yaralanmış, geçmişin tüm izlerini üzerinde taşıyan, yorgun ve fakat güçlü bir kadın.” Kuleleri etrafındaki iskeletleri bile sevdiriyor kendini, bir de soğuk duvarlar hatırlıyorum, ulaşılmaz, geçilmez duvarlar. Bir complicité. Bence sevgiye ve değere dair en güzel örneklerden biridir onun titizlikle yeniden ayağa kaldırılma süreci. Çünkü bazı yapılar sadece taşlardan ibaret değildir; onlar anılarımızı, kültürümüzü ve ortak mirasımızı taşır. Notre-Dame’ın küllerinden yeniden doğması için gösterilen çaba, sevginin ve bağlılığın en somut örneklerinden biridir.
Melek, Nuran, Coşkun’un senaryosu, eski fotoğraflar, karıştırılmış ve dağıtılmış bir kitaplık, hayallerim, bir kelimenin ışığında sonlanan Paris hatıraları, devrimler, ressamlar, sokak satıcıları, turist akınları içinde duran bir ben. İçimde Paris Huzuru. En doyuran şeylerden biri kendim için kalemi elime almak, hislerimi, anılarımı, benzeşmeleri, iç içe geçen ağları tanımlamaya çalışmak kendi gözümden. Her yazım fonda ona ilham olan şarkılarla şekilleniyor. Güzel bir Fransızca şarkı listesi, eski fotoğraflar, bir kelime üzerine düşünceler, bir Türk filmi, mekânların paralelliği, karakterler gibi hasar gören mekânlar ve yolculuklar, aşk sanrıları, cümlelerde kilitli kalan yoğun tutkular, eyleme geçmeyen tüm hayaller, Coşkun’un senaryosunun dışına çıkan gerçekler, benim gözümden Paris ve Andre Bourvil’den “La Tendresse“. Çünkü biraz ihtiyacımız olan tüm hayallerde, yağmur yağarken bir şemsiye altında yaptığımız resimlerde, aşklarda ve tüm bağlı suç ortaklıklarında, la tendresse. Şansınız varsa hepsi Paris’te.
Kapak Fotoğrafı: Hatice Ildıran
İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Seyahatin İyileştirici Gücü Üzerine
İlk yorumu siz yazın!