Paris: Romantik Olmak Zorunda Değilsiniz
Paris ile ilgili verebileceğim en kayda değer tavsiye: Sokaklarda kaybolun. Çünkü her yer, her şey, her bina çok güzel. Bir karakteri, bir ruhu olduğuna yemin edebileceğim kadar güzel. Uzun süre çirkin bir şey görememekten algınız değişiyor resmen. Bir yeri, ihtişamından, etkileyiciliğinden ötürü önemli bir bina sanıyor fotoğrafını çekmeye çalışıyorsunuz, bir bakıyorsunuz o aslında Pierre’in sevgilisiyle yaşadığı sıradan evi çıkıyor. Yazdıkça özledim bak. Seviyorum galiba, gidip konuşayım bence.
Ne Zaman Gidilir?
Paris konusunda romatizm kuş böcek dinlemekten, burayla ilgili çok sinsi bir durumu gözden kaçırdığımı fark ettim. Burası da Türkiye’ye kıyasla gerçekten soğuk oluyor. Örneğin ben, Mayıs ayında gittim, çok sevgili Fransızlar bana “hava çok güzel”, “gerçekten üşüyor musun?” gibi sorular sorarak kendilerini sokaklara ve parklara (buranın aksine orada parkları yıkmaya çalışmıyorlar) atarken, ben kat kat giyinmiş dolaşıyordum. Üstelik çok üşüyen bir insan olmamama rağmen.
Paris’e gitmek için ideal bir dönem olduğunu düşünmüyorum, kişisel beklentinize göre şekillendirebilirsiniz:
Yaz: Sıcaklık ortalama 21-22 derece civarında oluyor. Bazen çok daha sıcak olabildiği gibi, yerli yersiz yağmur yağdığını görmek de mümkün. Şehrin en kalabalık, en turist akını olan, en “kendi” olmayan dönemi kesinlikle bu dönem. Lokal insanlar şehri terk ederken, ortalıkta hiç bilmediğiniz dilleri duyacağınız, küçük Eiffel kulesi anahtarlığı satan zenciler tarafından etrafınızın sarılacağı bir dönem. Özellikle Louvre ya da Eiffel gibi çok turistik noktalarda bekleyeceğiniz sıradan söz etmek bile istemiyorum. Benim açımdan, hava ideal, dönem kötü.
Kış: . Paris ile ilgili güzel olan onlarca şey sayabilirim, ama bana kalırsa en güzel yanı sokaklarında kaybolmak, akabinde karşınıza çıkan hiç bilmediğiniz ufak bir kafede oturmak ve kendinizi şehrin ellerine bırakmaktı. Kışın Paris’in keskin bir soğuğu oluyor. Çoğunlukla karamsar, yağışlı bir hava hakim. Yani sokaklarda istediğiniz gibi dolaşmanız pek de mümkün değil. İsteseniz de dolaşamıyorsunuz, soğuktan engel oluyor. Dolayısıyla, kış dönemi, müze ve kapalı mekan aktiviteleriniz için doğru bir tercih olsa da, eğer ilk gidişiniz ise, “gerçek bir Paris deneyimi” için bence doğru zaman değil.
İlkbahar ve Sonbahar: Bana kalırsa ara dönemler, özellikle sonbahar ideal gibi. Öncelikle turist akınından kaçabilmeniz mümkün. Sonbahar başlarında giderseniz hava o kadar da soğuk değil, yanınıza makul kıyafetleri aldığınızda rahatlıkla dolaşabilirsiniz. (Ekimin sonlarına doğru işler değişiyor ama) İlkbaharın tek olumsuz yanı, sonlarına doğru “high season” yaklaştığı için ulaşım ve çeşitli turist atraksiyonlarının fiyatlarının artması. Bunun dışında, özellikle Mayıs gibi giderseniz ve oranın mayıs ayını bizimkiyle karıştırmazsanız, (orası kesinlikle daha soğuk oluyor) rahatlıkla dolaşabilirsiniz.
Ne Giymeli?
Yurtdışındayken, orada fazla kalmıyorsanız, bir yerleri görmek için kapıldığınız telaşın da etkisiyle, ne giydiğinizi çok da önemsemez oluyorsunuz. Ancak Paris’te durum pek de böyle ilerlemiyor. Çünkü Paris’tesiniz, ve evet ne giydiğinizin önemi var, buranın algısı bu. Tabii ki bir kafeye ya da markete giderken ne giydiğinizden bahsetmiyorum.
Paris’e kadar gitmişken, güzel bir restoranda (mümkünse Michelin yıldızlısından) bir restorana gideceğinizi varsayarak yanınıza mutlaka şık görünebileceğiniz bir şeyler almalısınız. Bazen beklenmedik yerlerde ne giydiğinize dikkat etmenizi isteyebiliyorlar. Örneğin Moulin Rouge’a (ki bence kesinlikle turist tuzağıydı) giderken, sizden biraz daha “özenli” giyinmeniz rica edilebiliyor. Siz de ayağınızda spor ayakkabılarınızla ve camel şortunuzla ortada kalmamanız açısından, tavsiyemi aklınızda bulundurun.
Sonbahar sonu, kış, ya da ilkbahar başında gidiyorsanız yanınıza bere, atkı, eldiven almayı da unutmayın. Aksi takdirde bir parkta donar kalırsınız, sanat eseri sandıkları için dokunmazlar ve olaylar gelişir.
Bütçe ve Ulaşım
Paris seyahatim, hayatımda en çok para harcadığım tatillerimden biriydi. Özellikle turistik bölge ve atraksiyonlarda, gerçekten diğer şehirlere kıyasla fazla para harcayacağınızı aklınızda bulundurun. Bu harcamaları biraz olsun aza indirgemek için şöyle birkaç tavsiyem olabilir:
Paris Museum Pass: Paris’e gidip de görmeden dönmemeniz gereken Louvre, Orsay, Notre Dame gibi yerlerin de dahil olduğu bu kart ile, vereceğiniz giriş ücretlerini normalin biraz daha altına çekebilmeniz mümkün. 2,4 ve 6 günlük seçenekleri var ve sırasıyla 39, 54,69 Euro gibi bir fiyatlandırması var.
Not: Planınızı müzelerin çoğunlukla pazartesi günleri kapalı olduğunu göz önünde bulundurarak yapın.
Metro Pass: Paris’te ulaşım harcamanızı az indirgemenin en mantıklı yollarından biri Metro Pass almak. Bu kart ile, metro, RER (sizi şehrin dışında kalan bölgelere götürebilen, metroyla da bağlantılı banliyö treni), otobüs, tramvay, Montmartre Tepesi’ne çıkmanızın en kolay yolu olan füniküler gibi ulaşım araçlarını kartın geçerlilik süresi boyunca kullanabiliyorsunuz. Fiyatlandırma, hangi bölgeler için geçerli ve kaç günlük kartı tercih ettiğinize göre değişiyor. 1-2-3 ve 5 günlük kartlar mevcut.
Örneğin: 3 günlük- 1. ve 3. Bölgeleri(Paris’in merkez diye kabul edilen kısım) kapsayan kartı tercih ederseniz 21 Euro ödemeniz gerekiyor. Eğer o bölgeler bana yetmez, ben toplu taşıma ile havaalanına da gideceğim, şehrin dışındaki bölgelere de göz atmak isteyebilirim diyorsanız 1. ve 5. Bölgeler arasında geçerli olan kartı alıyorsunuz. Bunun 3 günlük versiyonu ise 43 Euro.
Not: Versailles Sarayı ve Disneyland şehrin dışında kalıyor. Oralara gidecekseniz 1-5 Bölgelerini kapsayan kartı tercih etmelisiniz.
Paris’te, alışverişi bir kenara koyarsak, en çok para ayırmanız gereken konulardan biri de yemek olacak. Tabii ki her yer pahalı değil, ancak özellikle bilinen yerlerde ya da Michelin yıldızlı lüks bir restoranda yemek gibi bir niyetiniz varsa, ciddi anlamda para harcamanız gerektiğini bilmelisiniz. Onun dışında gün içinde sıradan ya da atıştırmalık şeyler yemeyi planlıyorsanız, Eiffel, Latin Quartier ve Montmartre bölgelerinde dikkatli olun. Çünkü bu bölge civarındaki restoranlar ve hatta sokak satıcıları, bizim deyimimizle “turist fiyatı çekiyor”.
Konaklama
Paris’te nerede kalırsanız kalın, ulaşım ağı çok gelişmiş olduğu için, kendinizi gideceğiniz yerlere uzak hissetmeyeceksiniz. O yüzden burada da, “merkez ve turistik yerlerden ne kadar uzak, o kadar ucuz” mantığını kullanabilirsiniz. Paris’te kalmak için tercih edilebilecek en güzel bölgeler Latin Quertier, Champs Elysees civarı ve St Germain. Üçünde de turistik bölgelere çok yakınsınız, ama lokal insanlarla bir arada olup, yerel hissetme şansınız da var.
Ben tercihimi Champs Elysees civarındaki Hotel Astor Saint Honoré’dan yana kullandım. Champs Elysees’ye 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi, yakınında bir metro durağı vardı. Civarında kahvaltı yapabileceğiniz sevimli kafeler bulmanız da mümkündü. Bence kesinlikle tercih edebilirsiniz.
Neler Yapmalı, Nerelere Gitmeli?
Önceden uyarayım, müze sevmiyorsanız bile, Paris’e gidip Louvre ve Orsay müzelerini görmeden dönecekseniz, sizi bulurum, kavga çıkarırım. O kadar da değil, bari Mona Lisa’nın önünde bir fotoğraf çektirin yahu.
Şaka bir yana, Paris’in güzel sokaklarını, caddelerini talan etmeyi unutmadan, şuraları gözden kaçırmayın, özellikle ilk gidişiniz ise, turistlik görevlerinizi yerine getirmiş olun derim:
Eiffel Kulesi
“Sen bunu buraya yazmasaydın ben de gitmeyecektim zaten” dediğinizi duyar gibiyim. Ama fiyatları, saatleri ve sırayla ilgili durumu bilmiyorsunuz, ona ne diyeceksiniz?
Eiffel Kulesi’nin girişinde mütemadiyen sıra vardır. Yazın gidecekseniz yanınızda koltuk falan götürebilirsiniz bence, çünkü ciddi anlamda sıra bekleme ihtimaliniz çok yüksek. Yukarıda söz ettiğim Pass’e dahil olmadığı için bu sırayı atlama şansınız da yok. O yüzden kaldınız bana ve sinsi planlarıma. Bu sırayı en aza indirgemeniz için yapmanız gereken şeyler:
– Biletinizi, önceden, online satın almak.
– Mümkün olduğunca erken gitmek.
Bunları uyguladığınız takdirde, oradaki turistlerle saatlerinizi geçirmek yerine, hemen Eiffel’in karşısında, merdivenlerin aşağısında, nehir kenarındaki yerde Nutellalı krep yiyebilirsiniz. Hadi yine iyisiniz.
Kuleye giriş sırasını atlattıktan sonra içeri girdiğinizde öncelikle, kocaman asansörler ile 2. kata, oradan manzaraya bir süre bakındıktan sonra ise kulenin en tepesine çıkabilirsiniz. Yükseklik korkunuz var ise ne yapmamanız gerektiğini biliyorsunuz.
Champs Élysées
Adını kalitenin adresi Şanzelize Cafe sayesinde de sık sık duyduğumuz Champs Elysees, bildiğiniz üzere dünyanın en ünlü caddelerinden. Bu eşek gibi geniş, Bağdat Caddesi’nin yanında ibik gibi kalan, karşıdan karşıya geçmenin 3 dakika sürdüğü caddenin bir ucu Arc de Triomphe’a , diğer ucu ise Concorde Meydanı’na uzanır. Kabarık saçlı turkuaz giyen teyzeler, buraya geldiklerinde “Ay aynı bizim Bağdat Caddesi ayol” demeyi severler. Hiç de öyle değildir, yemezler. Üzerinde bir adet kocaman reklam panolu Türkiye Turizm Ofisi, LV, Cartier, Laduree, Louboutin şeklinde uzayıp gidebilecek onlarca mağaza ve restoran bulabilirsiniz. Markalardan da anlaşıldığı üzere genel olarak pahalı. Eğer bir futbolseverseniz, ya da sevgilinize forma alacaksanız Paris Saint Germain Store da burada. Ancak cadde üzerinde Türkiye’de olmayan çeşitli ortalama fiyatlı mağazalar bulmanız mümkün. Ara sokaklara daldıkça karşınıza güzel butikler de çıkacaktır, ihmal etmeyin.
Eğer caddenin orta yerine inmek istiyorsanız, metroya binip George V durağında inebilirsiniz.
Arc de Triomphe
Arc de Triomphe, Türkçesiyle Zafer Takı, Champs Elysees’den kaptırıp yürüyünce isteseniz de, istemeseniz de karşınıza çıkacak. Napolyon’un bir konuda zafer kazanması sonucu oraya konduruvermişler bu yapıyı. (evet tarih konusunda çok başarılı değilim) Üstüne çıkıp instagramlık Paris manzarası fotoğrafları çekebilir, Champs Elysees’ye tepeden bakabilirsiniz. Ayrıca bir ayağında asansör var, merdivenleri tırmanmanın alemi yok, daha gezecek çok yeriniz var.
Nisandan- Eylül’e kadar 10:00-23:00 arası, geri kalan zaman diliminde 10:00-22:30 arası açık. Giriş 8 Euro. Metrodan Charles-de-Gaulle-Etoile durağında inerseniz, buraya oldukça yakın bir noktada inmiş olacaksınız.
Concorde Meydanı
Champs Elysees’nin bir diğer ucuna yürüdüğünüz zaman, bu meydana ulaşacaksanız. Hiçbir şey bilmiyorsanız sadece haberleri izleyerek bile adına aşina olabileceğini, zamanında insanları (hatta bilmemkaçıncı Louis’i ve Marie Antoinette’i bile) idam ettikleri bu meydan, Fransa’nın en önemli simgelerinden biri. Gitmezseniz sizi ciddi anlamda kınayacağım Louvre Müzesi bu meydanın civarındadır.
Notre Dame Katedrali
Seine Nehri’nin ortasındaki küçük bir adacığın üstüne inşa edilmiş olan, akıllara Quasimodo’yu getiren (gelmiyorsa biraz kitap okumanız gerek) bu katedral gerçekten inanılmaz ihtişamlı ve etkileyici. Üzerindeki “Gargoyleler” de bir o kadar ürkütücü. Özellikle gece canlandıklarına dair bir öykünün var olduğunu bilince.
Paris Museum Pass burada geçerli. Kapıda çok sıra olabiliyor, ama pass’in skip-the-lines özelliği ile hop diye içeri girebilirsiniz. Eğer kartınız yok ise, sanıyorum içeri girmek ücretli değil, ancak çan kulelerine çıkmak için 8,5 Euro ödemeniz gerekiyor.
Louvre Müzesi
Dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi’ni tamamıyla ve hakkını vererek gezmek istiyorsanız 1 gününüzü buraya ayırmanız gerekir. Eğer “Ben bu işlerden çok iyi anlarım, sanat benim göbek adım, her esere teker teker bakacağım” diyorsanız, 3 gün rahat sürer diye tahmin ediyorum. Müzeye yürüyerek ulaşmayacaksanız, metro aracılığıyla Palais Royal Musee de Louvre durağında inerek kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Giriş 12 Euro, eğer Paris Museum Pass aldıysanız dahil. Audio guide almadan, ki audio guide dediğimiz şey bildiğimiz Nintendo 3DS, almadan kesinlikle girmeyin. Çoğu şeyin İngilizce açıklaması yok.
Müzeyi size detaylı biçimde anlatmam imkansız. Daha doğrusu detaylı bir anlatım için ayrı bir post hazırlamalıyım diye düşünüyorum, çünkü inanılmaz büyük. Doğu sanatları, Mısır, Yunan, resim, heykel falan derken bir sürü bölüm ve binlerce eserler karşı karşıya kalıyorsunuz.
Bu konuda benim gibi tutkulu ve meraklı hissetmiyorsanız, olayınız belli, Mona Lisa’yı göreceksiniz. Buradaki dandik kafelerde, puzzle’larda, defterlerin üzerinde gördüğünüz yetmiyor, bir de orjinalini görün, şifresini çözün. Sizin gibi düşünenler için müzede sizi Mona Lisa’nın bulunduğu noktaya yönlendiren oklar var. Oraya yürümek bile bi’ 10 dakika sürüyor tabi. ÇOK BÜYÜK YAHU. Neyse evet. Mona Lisa, aşırı ilgi gördüğü için bir camın ardında sergileniyor ve önü hep izdiham oluyor. Görmek öyle çok kolay olmayacak yani. Ama şanslısınız, o sırada Mona Lisa’nın tam karşısındaki muhteşem ve devasa resmi inceleyecek bol bol vaktiniz var; The Wedding at Cana. Bence o oradayken kendinizi Mona Lisa’yı görmek için yormaya gerek yok.
Müze, Salı günleri kapalı. Pazartesi, Perşembe, Cumartesi, Pazar 09:00-18:00, geri kalan günler 09:00- 21:45 arası açık.
Orsay Müzesi
Musee d’Orsay, Paris’teki ve dünyadaki en önemli müzelerden bir diğeri. En az Louvre kadar muhteşem. Oraya bir kez daha gitmeden ölmeyi düşünmüyorum. Seine Nehri kıyısında, eskiden gar olarak kullanılan bu binayı, otel yapmak yerine nedense müze yapmışlar. Bu Fransızlar bir tuhaf. Biz garları otel yapmayı çok iyi biliriz.
İçinde Renoir, Monet, Manet (sallamıyorum ikisi de var), Van Gogh, Sisley,Pissarro ve daha aklıma gelmeyen onlarca sanatçının eseri mevcut. Mümkünse buraya ve Louvre’a aynı gün gitmeye çalışmayın, beyniniz yanar, ayaklarınız anneanne ayağına döner çünkü.
Müze, pazartesileri kapalı. 09:30- 18:00 arası açık. Perşembeleri 21:45’e kadar açık. Museum Pass varsa şak diye girebilirsiniz, yoksa 12 Euro rica edeceğim.
Père-Lachaise Mezarlığı
Seyahate çıkıp da mezarlık ziyaretinde bulunmak çoğunlukla yapılan bir şey değil biliyorum. Ama buranın yeri ayrı. En azından benim için öyleydi. Burası Paris’in en büyük mezarlığı Pere-Lachaise’ye metroyla ulaşmanız mümkün. Merkezin biraz dışında kalıyor. Benim burayı ziyaret etme isteğimin nedeni Oscar Wilde, Marcel Proust, Jim Morrison, Edith Piaf, Chopin gibi birçok sevdiğim insanın burada yatıyor olmasıydı. Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarları da burada bulunuyor.
Bence gece gitmeyin. Ne bileyim. Gitmeyin.
Luxembourg Bahçesi ve Pantheon
Jardin de Luxembourg, içinde oraya buraya yürüyebileceğiniz, dinlenebileceğiniz, içkinizi, yiyeceğinizi alıp oturabileceğiniz bir bahçeler bütünü. Yerlisinin yürüyüş yaptığı, çocuklarını götürdüğü huzurlu bir bölge. Pantheon’a gitmeden önce burada bir şeyler atıştırıp dinlemek için çok uygun.
Görkemli yapısından tanıyabileceğiniz, Luxembourg bahçelerinin biraz ilerisindeki Pantheon ise kilise olarak inşa edilmiş olsa da, şu anda daha çok bir “anıt mezar” olarak biliniyor. Victor Hugo, Emile Zola, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi önemli kişiler gömülü.
Moulin Rouge
Moulin Rouge, aslında oldukça merak ederek gittiğim, ama çıkışta kesinlikle turist tuzağı olduğuna karar verdiğim bir şov. Çoğunuz içeriğini film sayesinde biliyorsunuzdur zaten, dünyanın en ünlü kabarelerinden biri. Evet kostümler ve dekorlar muhteşem, ancak bir süre sonra elinde top çeviren adam ve belden aşağı esprilerle topluluk güldürmeye çalışan insanlara maruz kaldığınızda gerçekten kazıklanmış gibi hissediyorsunuz.
Zaten olay baştan falsolu. Çünkü güzel giyinip gitmenizi özellikle rica ettikleri, bilet satın alırken menüde şampanya olacağına dair bilgi verilen, kısaca “ay çok elitim, tam parizyenim” tribine girerek gittiğiniz bir yerde, size özel bir masaya değil, temel fıkrası gibi bir Alman, bir İngiliz bir Hindistanlı ile birlikte sıkış tıkış oturuyorsunuz.
Ben illa ki meme göreceğim, bacak göreceğim diyorsanız keyfiniz bilir. Önceden rezervasyon yaptırmak şart, yer bulmak çok zor çünkü. 9’da ve 11’de başlayan 2 şov var. Fiyatlar yemekli ve yemeksiz olarak değişiyor: Yemek+Şov: 180 Euro / Şampanya+Şov: 108 Euro
Sacre Coeur
Burası Amelie’den de hatırlayacağınız, Montmartre Tepesi’nde bulunan kocaman, ihtişamlı bir kilise. Notre Dame ve benzeri birçok bilinen kilisenin aksine hiç de kasvetli ve ürkütücü değildir. Hem kilisenin güzelliğine hem de tepeden Paris manzarasına bakmalara doyamazsınız. İlla ki bu şehirde romantizm yaşayacağım diyorsanız, alın içkinizi, oturun merdivenlere, doyasıya şehri izleyin.
Tepeye, füniküler ile çıkabilirsiniz. Çıktıktan sonra arka sokaklara dalarak şirin kafelerde oturabilir, güzel sokakları ve onlarca hediyelikçiyi dolaşabilirsiniz. Telefonunuza birkaç Yann Tiersen parçası da atarsanız, saatlerinizi burada geçirebilirsiniz diye düşünüyorum.
Cafe de Flore
Burası Paris’in, Saint Germain bölgesindei en eski kafelerinden. Benim için önemli olmasının nedeni, Sartre, Simone de Beauvoir, Camus gibi aşığı olduğum yazarların zamanında burada oturup, muhabbetin dibine vurmuş olmaları. (tam bir edebiyatsever gibi anlattım di mi?) Yemeklerine bayıldığımı söyleyemem ama, o atmosferde bulunmak benim için harikaydı.
Genellikle çok kalabalık oluyor, umarım boş bir masa yakalayabilirsiniz. Gece 2’ye kadar açık. Bir de unutmadan, tuhaf bir şekilde garsonları çok gıcık ve asık suratlı. Ağızlarına kürekle vurmadan kalktığım için şanslılar. Siz giderseniz benim yerime vurun. İçimde kaldı.
Parc Asterix
Burası Disneyland ile birlikte Paris’in en ünlü eğlence parklarından. Roller coaster’lar, su kaydırakları ne ararsanız var. Gerçekten eğlenceli bir yer. Disneyland ile arasında seçim yapmakta zorlanabilirsiniz. Hatta Disneyland bunun yanında biraz daha çocuksu kalıyor bile denilebilir bence. Kışın gitmek için uygun değil, yüz felci olursunuz.
Burası, Midnight in Paris’ten hatırlayabileceğiniz, ünlü heykeltıraş Rodin’in eserlerini görebileceğiniz, Paris’in en çok ziyaret edilebilen müzelerinden biri.
Müzenin kocaman bir bahçesi mevcut. 1 Euro ücretle bahçeye dolaşabiliyorsunuz. Bahçede huzur içinde dolaşarak, eserleri inceliyorsunuz. Bildiğimiz müze deneyiminden biraz daha farklı olması, bence buranın en çekici yanı.
Giriş ücreti 6 Euro. Pass’iniz varsa ücretsiz.
İpuçları
-Burası düzayak bir şehir, bol bol yürüyün.
-Laduree’de makaron yemeyin. Kötü olduğundan değil, ama özellikle Louvre civarında kurulan sokak pazarında bir teyzenin yaptığı makaronlar, hayatımda yediğim en lezzetli ilk 10’a girebilir. Daha lokal yerlerde denemeye çalışın. Laduree’nin önünden geçerken check-in yapın o kadar gösteriş yapmak istiyorsanız. (Laduree’nin peynirli yumurtası muhteşem ama, aklınızda bulunsun)
-Paris’te yoldan taksi çeviremiyorsunuz. Taksi’ye binebileceğiniz alanlar var ve oradan binmek durumundasınız. Yolda Leyla gibi beklemeyin.
-İnsanların İngilizce konuşmaması gibi bir durum yok. Herkes mümkün olduğunca yardımcı olmaya çalışıyor. Eğer böyle bir durum yaşanıyorsa da eminim turist popülasyonunun aşırı olduğu dönemlerde gerçekleşiyordur.
-Eiffel’in oradaki zenci satıcılar ordusundan bir şey almayın. Çok fena musallat oluyorlar, yerlisi gibi görünmeyi başarırsanız yanınıza gelmezler ama.
-Steak Tartare yiyecekseniz dikkatli olun, çünkü kendileri “çiğ” bir yemek.
-Sidik kokuyor diye bir söylenti var. Öyle her yeri falan kokmuyor, hemen abartmayın siz de. Ama metroda yer yer kusma noktasına geldiğim doğrudur evet, olabiliyor.
-Alışveriş ve gece hayatı konusunda ayrı post yazmaya karar verdim, burada olmamasının sebebi bu.
İlk yorumu siz yazın!