Paris'te Yaşam: Romantik Şehre Farklı Bir Bakış
Üç yıllık Paris’te yaşam maceram sonlandı ve İstanbul’a ani bir geri dönüş gerçekleştirdim. Hep demiştim ki kendime Paris benim şehrim, ben burada yaşayacağım. Bazı sabahlar keyifsiz uyanırdım fakat ne zaman sokağa çıksam kendimi Paris’in kucağında bulurdum, avunurdum. Tıpkı bir film setinde turlarmışçasına, belki de yüzlerce kere geçtiğim yerleri hala aynı açlıkla yürürdüm. Her adımım ne kadar şanslı olduğum düşüncesiyle ivme kazanır ve yerlere daha da bir sağlam basardım.
Saint Benoit’dan mezun olduktan sonra henüz 18 yaşımda kendimi bir başıma Paris’te buldum. Yurtdışında kendime yeni bir hayat kuracak olduğumun tatlı gerginliği ve ayıltıcı bilinciyle deneyimime olabildiğince kucak açmaya çalıştım fakat takdir edersiniz ki Paris’te yaşam her zaman kolay olmadı. Hatta çoğunlukla kolay olmadı.
Şimdi sizlere biraz Paris’e taşınan bir yabancının karşılaşabileceği olası zorluklardan bahsedeceğim. En çok zorlandığım noktalardan biri dil ve kültür uçurumu oldu. Daha önce lisede bir sene Fransa’da değişim yılına gittiğimden Fransızcam arkadaşlarıma kıyasla yüksek bir seviyedeydi fakat yine de günlük hayata adapte olabilmek için yeterli olmaktan çok uzaktı. Sizleri ufak bir farkındalık yolculuğuna çıkarmak isterim. Günlük hayatınızda ağzınızdan çıkan her alışagelmişin ötesinde fakat doğma büyüme bir Türk için anlaşılması kolay olan kalıplaşmış cümleler ve belirli sözcükleri düşünün. Oraya gittiğimde anladım ki bu ufak gibi görünen nüanslar aslında insanın aidiyet hissinin pekişmesini sağlayan önemli unsurlarmış. Zamanla bu kalıpları kendi konuşmama serpiştirmeyi başarmaya başladım fakat en başta büyük bir zorluk çektim.
Bir diğer zorluk ise daha önce de bahsettiğim kültür uçurumuydu. Avrupai yetişme tarzıma rağmen Fransa’nın özgürlük ve bireysellik ideolojisini benimsemek sandığımdan daha zor oldu. Türkiye’de deneyimlediğimiz gibi sosyalleşmek için topluluk halinde olma zorunluluğundan birden sıyrılmak zorunda bırakılmış ve bireysel bir yaşam sürdürmeye itilmiştim. En başta çoğu Türk öğrencinin yaptığını yaptım ve kendi ülkemden arkadaşlarımla vaktimin çoğunu geçirmeye başladım. Fakat zaman geçtikçe Paris’in beni kucaklamasına izin verdim ve endişelerimden ufak ufak sıyrılmaya başladım. Tabiri caizse “Parisien” olmaya emin adımlarla ilerliyordum.
Bir keresinde bir arkadaşım demişti ki, kendini “Parisien” hisseden herkes “Parisien”dir. Paris’in yerlilerini tanımlamak için kullanılan bu terim tıpkı bir ayrıcalık gibiydi. Bu ayrıcalığa sahip olmak için de kendinden ödün vermeliydin. Bahsettiğim yabancı olmanın getirdiği zorlukların haricinde bir de küçücük apartman dairelerine fahiş fiyatlar ödeyip ellerin bulaşık yıkamaktan nasırlaşmışken her sokağa çıktığında minnettar olmalıydın, teşekkür etmeliydin. Bir şehre cinsiyet yüklemek ne kadar doğru olur bilemiyorum fakat eğer “Femme fatale” terimine aşinaysanız, Paris’in alegorisine ne kadar uygun olduğunu siz de takdir edebilirisiniz. “Femme fatale” ne istediğini bilir, kendinden taviz vermez ve en önemlisi de baştan çıkarıcıdır. Sizi baştan çıkarırken umrunda olan siz değilsinizdir aslında, yalnız onun kendini iyi hissetmesi için gerekli bir piyonsunuz, avsınızdır. Gururla söylemek istiyorum ki ben bu cazibeye karşı koyamadım. Tam beyaz bayrağımı çekmiştim ki işte o zaman Paris bana gerçek yüzünü göstermeye başladı.
Artık kapılmıştım, kendimi tam anlamıyla bir “Parisien” gibi hissediyordum. Metrolarda kaybolmuyor ben de diğer herkes gibi surat asıyordum. Adımlarım hızlanmıştı. Ne zaman önümde yavaş yürüyen birine denk gelsem artık Fransızca küfredebiliyordum. Çalışmaya başladım, çok çalışmaya hem de. Artık derslerim odak noktamdı ve kendimi adamış olmaktan rahatlık duyuyordum. Sanki Paris’in benden istediği buymuş gibi hissediyordum. Her sidik kokusunu bir teşekkür, her geç kalan metroyu teşvik olarak görmeye başladım. Artık Paris benim için bir “Femme fatale” değildi. Artık aramızdaki işler ciddileşmeye başladı çünkü onun da bana karşı boş olmadığını ilk defa bu kadar açık şekilde görebiliyordum. Başımı döndürmeye devam ediyor fakat ayaklarımı yere sağlam basamayacağım kadar etkileyemiyordu beni. Aramızdaki ilişki sağlıklı hale gelmeye başlamıştı. Yavaşça cazibesine karşı bağışıklık geliştirmeye başlıyordum. Sürekli gittiğim Çin yemeği restoranındaki kadın, tekeldeki adam, sokakta karşılaştığım arkadaşlarım… Sanki hepsi Paris’in bana sunduğu minik hediyelerdi ve ilk defa hak ettiğimi hissettim.
Onca güçlüğün üstesinden gelebilmiştim ve Paris’in koynunda bir ömür geçirmeye hak kazanmıştım. Fakat sonra ne oldu biliyor musunuz? İstanbul kıskandı. Evet, İstanbul kıskandı ve beni geri istedi. Hem ailemle de konuşmuştu hayır diyemezdim. Ben de dönmek zorunda kaldım.
Paris’i bırakmak zorunda olma sebeplerimden en büyüğü Covid oldu. Okulum bitmişti ve mastera başvuracaktım fakat daha sonra “İş hayatına ne kadar erken atılırsam o kadar iyi olur.” gibi bir düşüncenin esiri oldum. İstanbul’un kolaylığı Paris’e olan karşılıksız aşkımı alt etmişti. Takdir edersiniz ki insanın doğduğu büyüdüğü şehir gibisi yoktur. Kendi ülkemi terk etmektense kazandığım ideolojik aydınlanmaları ülkeme empoze etme çabası içine girişmeye değdiğine kanaat getirdim ve şu an bir süre kendi şehrimde kalacağım. Geleceğin ne göstereceğini bilemeyiz elbet fakat sizlere tavsiyem eğer imkanınız varsa hayatınızda bir ay bile olsa Paris’i deneyimlemeye çaba gösterin. “Aşıklar ve Işıklar Şehri” olarak değil, “Kalabalık Metrolar ve Sidik Kokan Caddeler Şehri” olarak.
Kapak Fotoğrafı: Sıla Demiral
İlginizi çekebilir: Şehirli Erkek’ten Yaşadığın Şehirde Mutlu musun?
İlk yorumu siz yazın!