İlk yorumu siz yazın!
Mutsuzluk İçin Pazartesi: Müthiş Bir Gerekçedir
Yas evinin karanlığı ve sessizliği; soframızdakileri zıkkım lokmalarına dönüştüren, sabah kalkınca insana ‘niçin yeni ve lanet bir güne uyandığını, niçin güneş açtığını’ sorduran derin bir mutsuzluğu var pazartesinin. Her sabah ne kadar para kazanırsak kazanalım sevmediğimiz bir işe gitmeye zorunlu olmaktan, dünyadaki tüm açların, tüm hastaların dertlerini içinde hissetmekten, adeta tüm dünyanın derdi sıkıntısını omuzladığını hissetmekten kaynaklı derin bir mutsuzluk…. Cemal Süreya’nın 8.15 şiirindeki tanımladığı gibi sesinde “uykusuz Türkçe’nin olduğu, memnun olmadığın işinde gittiğin ve sevmediğin kentte yaşadığın günlerden bir gün olan pazartesi.“
Elbette bu yazıyı bir pazartesi sabahı yazmaya başladım ve her pazartesi sabahında olduğu için mutsuzum. Çok iyi öğrenci ve parlak sayılabilecek bir akademik hayata sahip olmama rağmen okulu hiç sevmedim. Hele de üniversiteye kadar geçen okul yıllarım adeta Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı şiirinde dediği gibi adeta ‘devlet dersinde öldürülüp kara mermerin altında gömülü’ geçti. Kendi kendime her pazartesi ‘zakkumlarla örülü şiirler gönderdim’. 1987 Şubatı’nda Kolej’de hazırlık sınıfındaydım ve yarı yıl tatilinden döndüğümüz pazartesi sabahı yaşadıklarımı bugün bile hatırlıyorum. Sulu kar yağdığı için sabah tören okulun içinde yapılıyordu. O kadar üzgün ve kötü hissediyordum ki içimden “bir mucize olsa da şimdi okul yok olsa” diye düşmüştüm. Ölmeye bile hazırdım sanki o an, o kadar sevmiyordum okulu ve pazartesi gününü. Bazı günler canım çok sıkkın olduğunda o pazartesi gününün hatırlarım veya bir şekilde hafızamın bana kötü bir oyun oynadığı anlarda, ne kadar iyi hissedersem hissedeyim, o pazartesi sabahı aklıma geldiğinde bir anda omuzlarıma adeta kömür isli kara bir akşam çöker.
Pazartesi günleri kıyameti bana o okul günlerimden miras. Pazartesi sendromunun etkilerini görece az yaşadığım bir dönem oldu elbette: Lisans ve sonrasındaki lisansüstü yıllarımı kapsayan akademik yaşamım. Sonrasında, çalışma hayatına girdikten itibaren pazartesi yeniden, Munch’un Çığlık tablosundaki gibi yüzünü yeniden gösterdi. İş hayatına atıldığım ilk dönemde çalışmayı çok sevdiğim 7 gün 24 saat çalışsam çalışmaya doymayacağım bir işim olduğunda bile pazartesileri sevemedim. Pazartesi sabahları Atilla İlhan’ın Sisler Bulvarı şiirinde dediği gibi adeta ‘kesik bir kol gibi yalnız’ hissediyordum.
Yaşamım boyunca gerçek anlamda iki kez ölüme yaklaştığımı hissettim: Birincisi 1999 yılında, 17 Ağustos depremiydi. Sıcaktan uyku tutmamıştı. Ben de bir makale ödevim için Nietzche’nin On Morality kitabını okuyordum. Bir anda oturduğum divan sallanmaya başladı. Hemen kapıya doğru yöneldim; dua etmeye başladım ve apartmanın yıkılmasını bekledim. Sallanma durunca derin bir nefes aldım, Tanpınar’ı andım: Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak….
İkincisinde ise 2001 Mayıs’ında ABD’deydim. Houston’dan Washington D.C.’ye giderken içinde bulunduğum uçak böyle filmlerdeki gibi sallanmaya başladı. Işıklar yanıp sönüyordu. Sonra bavul bölmelerinin kapakları açıldı. Bir okul gezisine çıkmış 15-16 yaşında iki Arjantinli çocuk ile oturuyordum. Yanımda, ortada oturan kız çok korkmuştu. Elini tuttum, ona da arkadaşının elini tutmasını söyledim. Sonra “dua biliyor musunuz” diye sordum; “biliyoruz” deyince “dua edin” dedim. Gözlerini kapatıp dua etmeye başladılar. Ben de dua etmeye başladım ve içimden “Buraya kadarmış, kaderde gurbette, Teksas çöllerine düşüp ölmek de varmış dedim”. Sonrasında uçak Houston’a geri döndü, sağ salim inmeyi başardık. Yaşamımda öyle pazartesi sabahları oldu ki o anlardan daha kuvvetli bir hisle ölüme yaklaştım adeta: yüksekten düşüyordum, yeryüzü ayaklarımın altından kayıyordu. Nasıl Elektra’ya yas yaraşıyorsa pazartesi gününe de ölüm öyle yaraşıyor.
Yas evinin karanlığı ve sessizliği; soframızdakileri zıkkım lokmalarına dönüştüren, sabah kalkınca insana ‘niçin yeni ve lanet bir güne uyandığını, niçin güneş açtığını’ sorduran derin bir mutsuzluğu var pazartesinin. Her sabah ne kadar para kazanırsak kazanalım sevmediğimiz bir işe gitmeye zorunlu olmaktan, dünyadaki tüm açların, tüm hastaların dertlerini içinde hissetmekten, adeta tüm dünyanın derdi sıkıntısını omuzladığını hissetmekten kaynaklı derin bir mutsuzluk…. Cemal Süreya’nın 8.15 şiirindeki tanımladığı gibi sesinde ‘uykusuz Türkçe’nin olduğu, memnun olmadığın işinde gittiğin ve sevmediğin kentte yaşadığın günlerden bir gün olan pazartesi.
Pessoa şöyle yazıyor Huzursuzluğun Kitabı’nda: ‘‘ey okurlar, mutlu olup olmadığımı soruyorsanız, cevabım hayırdır.’’ Pazartesi sabah bana da bu soru sorulsa aynı cevabı veririm. Pazartesi derin mutsuzluk halinin en yoğunlaştığı gündür. Psikolog Cliff Arnal’ın 2004 yılında geliştirdiği formüle göre yılın en depresif gününün (Blue Monday) Ocak ayının üçüncü pazartesi günü olması da elbette tesadüf değil. Attila İlhan, adeta bir film-noir gibi sinemasal bir tad içeren şiiri ‘Tut ki Gecedir’de şöyle der: İhanete gece müthiş bir gerekçedir. Mutsuzluğa da Pazartesi müthiş bir gerekçedir…
Cumartesi haftanın en yaşam dolu, en yaşanılası günüdür ve ölümcül Pazartesi ile arasında sadece bir Pazar vardır: Pazar ise adeta yaşayan ölülerin günüdür; günlerin ve yaşamın sefaleti de işte buradan kaynaklanır: Yaşam ve ölüm arasındaki çizgi çok kısa, bir gün uzunluğundadır. O kısa çizgi de Pazar gününe denk gelir; travmatik, melankolik pazara. Pazartesinin kan kokusu pazar öğleden sonra başlar. Hele hava karardıktan sonra kendimi hasta, gurbette, hatta Kerem ve Aslı yanımda olsa bile bazı günlerde ölümüne yalnız hissediyorum; içimde sayfiye kasabalarının yağmurlu ve soğuk kış günlerinin ıssızlığı, kimsesizliği…
Yaşam elbette bir gül bahçesi değil. İnsan kimi zaman kazanır kimi zaman kaybeder. Kimileri ise hep kaybeder. Bize yenildiğimiz anları, sürekli yenilenlerin yenilmişliğini hatırlatır; gelecekte yaşanacak yenilgilere hazırlar. Turgut Uyar’ın Yenilginin Günlüğü şiirinde dediği gibi “Yenilmenin tohumunu taşır her Pazartesi”
Peki bu pazartesiden kurtulmak mümkün mü? Zamanı kontrol edemeyeceğimiz gibi pazartesinin gelişini de kontrol edemeyiz. Öte yandan zamanı yönetebileceğimiz gibi pazartesiyi de yönetebiliriz. 48 Yaşındayım, 4 Nisan 1975 doğumluyum. Hayatım boyunca yaklaşık 2512 pazartesi yaşamışım. İnsan bir şekilde pazartesiyle yaşamaya, tüm mutsuzluğuna rağmen, devam ediyor. Yenilginin, düşmenin ustası, modern edebiyatın en büyük isimlerinden Samuel Beckett 1953 tarihli Unnameble (Adlandırılamayan) romanında “(…) devam etmek zorundasın. Ben devam edemiyorum. Devam edeceğim” der. 1983 tarihli Worstward Ho başlıklı hikayesinde en çok alıntılanan sözlerinden biri ise şöyledir: “Denedin. Yenildin. Önemli Değil. Gene Dene. Gene Yenil. Daha İyi Yenil.”
Pazartesi sabahı uyandığımızda da “Devam edemiyorum. Devam edeceğim” diyeceğiz. Her pazartesi günü yenileceğiz… tekrar deneyeceğiz bir sonraki pazartesiye kadar. O pazartesi tekrar yenileceğiz ve tekrar deneyeceğiz ve bu döngü ölüme kadar devam edecek. Mümkün mü? Tecrübe ile sabittir; ben 2512 kere bunu başarmışım. Bunu da sanatla yapmaya çalışmıştım. Pazartesi sabahlarını atlatabilmek için bir liste bir oluşturdum. Bu liste elbette bir işe yaramaz diyebilirsiniz ama sanatın, özellikle sanatlar içinde hüzne en iyi ilaç olan müziğin iyileştirici etkisini bir nebze de olsa hissedebilir dinleyici. Tek bir müzik seçmem gerekirse pazartesinin için soundtrack kesinlikle Arvo Part’ın ‘Cantus in Memoriam Benjamin Britter’ senfonik yapıtı olur.’
Kapak Fotoğrafı: unsplash.com/@thirdworldhippy
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Yeni Yıl Hüznü
Sebebi çalışma nefreti ya da haftasonu boşluğu/ rehavetinden çıkmak değilse herhangi bir güne yönelik böylesine nefreti anlayamadım.🙂 Pazartesileri çok seviyorum. Ne kadar tatmin ettiğinden bağımsız işimin başına dönmeyi de öyle.