Promise of Pisa: Müziklerine Kulak Vermeniz Gereken Bir Film
Pisa seyyar dondurmacısının önünde sözler veriliyor. Peki, kimler bu söze sadık kalıyor, kimler kalmıyor? Salona girdiğimde izlemeye gelenlerin sayısının az ama iştahlarının fazla olduğunu fark etmiştim. İşte, o iştahı doyurmasını bilen bir Hollanda yapımı “Promise of Pisa”- orijinal ismiyle- “De belofte van Pisa”. Bu film öyle ki 2020 yılının en iyi festival filmlerinin arasında gösterilmeye değer nitelikte bana kalırsa. Bir filmi izlemeye değer yapan kriterlerin birçoğuna “tik” işaretini almayı fazlasıyla hak ediyor. Müzik, kamera açıları, çekim teknikleri ve senaryonun akışkanlığı…
Bir çocuğun hikayesi bu, kalıpların dışındaki hayatının bir kısmı. O genç büyüyor ve biz zamanının akışına gerçekten şahit oluyoruz. Tıpkı Boyhood filminin çekimlerinin senelerce sürmesi, oyuncuların gerçek hayatta da büyümesi gibi. Bir çocuğun gençliğe adım atışı, kendini bulma çabası ve dönüşümü… Yalnızca bir çocuk büyümüyor. Onun çevresindeki dünya da aynı hızda izleyicinin gözbebekleri gibi büyüyor. Hollandalı yönetmene göre film, beklentilere karşı gelip kendini var etmeye çalışan bir genci anlatıyor.
Sam Zafar Amsterdam’da yaşayan Faslı bir genç. Diamanbuurt mahallesine göç eden Faslı ailelerin birçoğu gibi onun da anne-babası Hollandaca okuma-yazma bilmiyor. Abisi ve kardeşleriyle birlikte Zafar ailesinin dış dünyayla bağlantısı adeta. Batı ve doğunun arasında sıkışıp kalmış bir köprü misali. Eve gelen mektupları baba için okuyor, haberlerin çevirilerini anne için yapıyor. Pek tabii, her fırsatta Faslı olmanın gururu, İslam’a ve geleneklerine bağlı bir ailenin oğlu olduğunu unutmama şartı ile…
Filmin dili Hollandaca lakin Arapçayı da ikinci dil olarak saymak mümkün. Sam’in abisi Mo ve kuzeni aralarında konuştukları Arapça ile Hollandalıları ve onların yaşam tarzlarını mütemadiyen eleştiriyorlar. “Onlar gibi olma Sam, köklerini unutma!” Peki, Sam’in abisi nasıl biri, onlar gibi mi? Pahalı arabalar, renkli Hugo Boss takımları ile Amsterdam sokaklarında slalom yapıyor. Evdeki kardeşlere, anneye hediyeler getiriyor. Para nerden geliyor derseniz; işte orası biraz sıkıntılı. O sıkıntılı günlerin başlangıcının cezasını da Sam ödüyor gelecek yıllarda.
Pisa seyyar dondurmacısının önünde sözler veriliyor. Mo desteğini esirgemeyen bir ağabey olarak küçük kardeşinin her zaman yanında. Sam’in kalbine dokunabilen, onu yalnız hissettirmeyen yegane kişilerden biri. Aralarındaki abi-kardeş ilişkisine dayanarak Mo Sam’e öğütlerini esirgemiyor. Kendisi gibi olmaması gerektiğini söylüyor. “Okulunu okuyacak ve büyük adam olacaksın. Abin gibi olmayacaksın Sam!”
Peki, kimler bu söze sadık kalıyor, kimler kalmıyor? Sam sözünü tutuyor. Ağabeyin teşviki ile müzik okuluna giren Sam’in en büyük yeteneği birilerinden çalmak değil, birilerine çalmak oluyor. Senaryonun ince işçiliği! Filmin başarısının ardında senaryonun inceliği yadsınamaz derecede önemli. Kelimelerle, mekanla, karakterlerle oynamak senaristin kaleminin ucunda. Konuyu çekip çıkarmak da tamamen ona kalmış. Robert Alberdingk Thijm da işte tam da böyle bir senarist. Thijm’e göre, Mono Bouzamour’la yakından çalışmak, ana karakter Sam’i ve onun dünyasını anlamasında harikulade yardımcı olmuş. Neden mi? Çünkü Sam, Mono’nun ta kendisi. Sam Zafar, Mono Bouzamour’ın anılarının bir ürünü. Anne Frank’in günlüğü misali onun Hollanda’da geçen gençliğinin bir yansıması. Anlayacağınız, Thijm’in Mono Bouzamour’la senaryoyu kağıda dökme sürecinde sürekli iletişim halinde olması, bir otobiyografik romanı sinemaya adapte etmenin zorluğunu yazarın kendisiyle birinci ağızdan anlaşarak lehine çevirmiş.
Müziğe kulak verin. Sam’in trompeti sahnede, cam kenarında, sınıfta ve spor salonunda yankılanıyor. Ses çarparak seyirciye vuruyor. Saksafondan çıkan ses, Sam’in bastığı her nota içinden geliyor. Her üfleyiş kafasının içindeki düşünceleri, kalbinden akan duyguları açığa çıkarıyor. Müzikler filmle bir bütün oluyor, saksafon ise Sam’in ayrılmaz bir parçası haline geliyor. İşte senaryonun yanı sıra, hikayeyi baştan sona besleyip yeşerten en önemli unsur şüphesiz ki filmin müzikleri. Rui, Jasper Boeke ve Diederik Rijpstra’nın 19 parçalık soundtrack listesi yapı taşı niteliğinde; her sahneyi besleyip arşa çıkarıyor. Daha fazla istiyorsunuz, daha fazla! Bu dinamiğin dengeli bir şekilde yakalanabilmesinin başlıca sebebi ana karakterin müzikle iç içe olması.
Ancak bir sorun var; Her sahnede ikili yaşam tarzının esintileriyle karşılaşıyoruz. Bu ikililik hayatının her anına eşlik ediyor. Sam sınıftakilerle aynı frekansta değil, çünkü oraya ait hissetmiyor. Abisinin onu terk etmesiyle artık ailesine de ait değil. Ait hissetmediğinizde ne olur? Senkronu bozarsınız. Sam de tam olarak bunu yaşıyor. Herkes notaları takip ederken o kendi notalarını yazıyor. Ailesinden kopuyor, kendine bir alan yaratmaya çalışıyor. Kuran öğretilerine sadık kalmaya çalışırken sanat okulunun elitist kollarında buluyor kendini. Dış görünüşü Adidas eşofmanlarıyla Fas’a, kalbi ise trompetiyle Hollanda’nın sanat okuluna ait adeta… Elindekileri nereye nasıl yerleştireceğini bilen yönetmen Norbert ter Hall, izleyiciye gerçek bir dünya yaratıyor. Bize de seyir keyfi yüksek bir filmi izlemesi kalıyor. İyi seyirler…
Kapak Fotoğrafı: PÖFF
İlginizi çekebilir: Merve Çalışlar’dan The Eddy
çok keyifli içten bir yazı olmuş; kaleminize sağlık, ilk fırsatta izlemek istiyorum...
Çok teşekkür ederim 🙂