Geçen haftalarda yayınlanan yazımda Sitüasyonist Enternasyonel (SE)’nin belli başlı fikirlerinden bahsetmiştim. Bugün bu akımın tartıştığı psikocoğrafya gibi çeşitli terimlerin anlamlarına bakmak istiyorum.  

Psikocoğrafya | Fotoğraf: Ekrulila (pexels.com)

SE 1957’de İtalya’da bir konferansta oluşturulduğunda kendisinden daha önce gelen Lettrism etkisi altındaydı. Lettrism öncelikle şiirde ortaya çıkan yenilikçi bir akım olarak doğmuştu. 1951’de Lettrist’lere katılan SE kurucularından Guy Debord, 1952-57 yılları arasında; Gil J Wolman ve Jean Louis Brau ile Lettrist International’i, yani SE’nin öncülünü hayata geçirdi.

SE, bir akım olarak Marksizm ve sürrealizm aracılığıyla kapitalizmin kritiğini yapan bir oluşumdu. Guy Debord’un “gösteri” fikrini somutlaştırdığı 1967 tarihli kitabı “Gösteri Toplumu” (Societe de Spectacle, Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe olarak basıldı) Sitüasyonistlerin en bilinen işi oldu. Kültür alanında SE, sanatçılar ve sanat tüketicileri, koleksiyonerler vb. arasındaki ayrımı yıkmak ve kültürel üretimi günlük hayatın bir parçası haline getirmek istiyordu. 

Bu yazımda SE’in kullandığı bir başka terimden bahsetmek istiyorum: psikocoğrafya. Bu kavram bugün az çok aşina olduğumuz flaneur (şehir gezgini) fikrini meydana getiren, ondokuzuncu yüzyıl Fransız şairi Charles Baudelaire’in kavramının devamı olarak ortaya çıkar. Debord’un 1955’te icat ettiği psikocoğrafya terimi farklı coğrafi ve fiziksel mekanların insanların duygu ve davranışları üzerinde etkisini inceler. Debord insanların fiziksel çevrelerini oyuncu ve yaratıcı biçimlerde keşfetmeleri üzerinde durur. Hem kent mimarisinin hem de diğer alanların keşfe ve bilinçaltının hayal gücüne daha açık olmasını önemser. Böylece şehir yeni baştan hayal edilebilir. 

İngiliz yazar Merlin Coverley’in ilk olarak 2006’da basılan Psychogeography kitabı bu konuda kapsamlı bir inceleme sunuyor. Kavramın edebi kökenlerini yazarken özellikle William Blake ve Daniel Defoe üzerinde duruyor. Aynı zamanda sürrealistlerin dérive dedikleri amaçsız sürüklenmeden de bahsediyor. Dérive bilinçaltının yüzeye çıkması ve insanı yönlendirmesini sağlıyor. Coverley bugün özellikle İngiliz edebiyatında ve medyada psikocoğrafyadan etkilenmiş görünen Iain Sinclair, Peter Ackroyd ve Will Self gibi kişilerin bu kavramı Guy Debord’un anladığı biçimde pratik etmediklerini de belirtiyor. Zira Debord, psikocoğrafyayı bir bilim olarak ele alıyor. Öte yandan Coverley, bu akımın artık avangard olmadığını ve popülerleştiğini yazıyor. Türkiye’de durum ne merak ediyorum. 

Edebiyat alanında Iain Sinclair’in son 30-40 yılda Londra’nın Thatcher dönemiyle birlikte nasıl bir değişimden geçtiğini kaydettiğini not edebiliriz. Ancak Sinclair ve Stewart Home gibi -benim de haklarında bilgi sahibi olmadığım- yazarlar temelde kendi istedikleri konuları yazıyorlar, Debord’a göndermede bulunmuyorlar. Sonuçta psikocoğrafyanın yaptığı şu bence; sadece Londra veya İstanbul değil, global anlamda kentler bir değişimden geçerken yüzeylerin üzerini biraz kazıdığınızda farklı katmanlar, belki gariplikler ve tuhaflıklar bulmanın mümkün olması, kendine has bazı özelliklerin ortaya çıkması. Bunları da meraklıları ve şehir sakinleri bugün apartman ve bina hikâyelerinin Instagram gibi mecralarda ortaya çıkarılması şeklinde ortaya koyuyorlar zaten.

Kapak Fotoğrafı: Slon Dot Pics (pexels.com)

İlginizi çekebilir: Umut Hanioğlu’ndan Punk Rock ve Sitüasyonist Enternasyonal Teori