Baba Oyunu: Demans Hastası Bir Baba ve Kızının Hikayesi
Dün akşam bir oyun izledim, hala etkisindeyim. Hüzünlü bir oyundu, fazlasıyla hüzünlü. O kadar ki, oyunun sonunda kendimi bir çırpıda ayağa kalkmış, gözleri yaşlı alkış tutarken buldum. Ancak burada söz ettiğim şey başka; oyun boyunca öyle iyi oyunculuklar izledim, hikayenin içine öyle fazla girdim ki… Dünden beri ‘gerçekten iyi bir oyun izlemiş olmanın tatmini’ içerisindeyim. Bilirsiniz, o tatmin duygusu çok özeldir. Öyleyse gelin, Pürtelaş’ın yeni oyunu “Baba” bizi alsın, dokunaklı bir baba kız hikayesinin ortasına bırakıversin.
İlk olarak, oyunun arka planıyla ilgili fikrimce çok önemli detaylardan bahsetmek, sonra da yine oyunla ilgili mutluluk verici bir duyuruda bulunmak istiyorum. Orijinal ismiyle Le Père (The Father), genç ve yetenekli yazar Florian Zeller’ın günümüz aile yapısını ele aldığı Aile Üçlemesi’nin ikinci oyunu – üçlemenin ilk oyunu Anne, üçüncü oyunuysa Evlat. Oyun, 2012 yılında Zeller tarafından yazılıp yönetiliyor ve Paris’te sahneleniyor. Aynı zamanda En İyi Oyun, En İyi Yazar, En İyi Yönetmen gibi pek çok dalda Molière ödülünün sahibi olan oyun, daha sonra Broadway ve Londra’da West End’de gösteriliyor. Oyun, bu gösterimlerden sonra da birçok ödüle layık görülüyor.
Sıra sevindirici haberde: Florian Zeller bu kez, oyunu beyazperdeye uyarladı. Kadroysa dudak uçuklatıcı cinsten, filmin başrollerinde Akademi ödüllü oyuncular Anthony Hopkins ve Olivia Colman yer alıyor. Bir haber daha; film, 27 Ocak’ta Sundance Film Festivali’nde ilk gösterimini gerçekleştirdi. Hikayenin etkileyiciliği karşısında bir kez daha koltuğa yapışıp düşüncelere dalmayı dört gözle beklediğimin altını çiziyorum ve hemen oyunun detaylarına geçiyorum.
Öncelikle bu muhteşem ekip karşısında bir kez daha şapka çıkartıyorum. Serdar Biliş ve Philip Arditti birlikteliğinde ortaya çıkan çeviri ve Tamer Can Erkan’ın yönetmenliği gerçekten çok başarılı. Dekor ve kostüm tasarımında Gamze Kuş’u, ışık tasarımında Cem Yılmazer’i, fotoğraflar için Muhsin Akgün’ü, afiş tasarımında Ömer Akdemir’i, son olarak asistanlar Lidya Ersemiz ile Oğuzhan Altıntaş’ı tebrik ediyorum. Her biri kendi alanında harika işler koymuşlar ortaya.
Oyun boyunca sergiledikleri olağanüstü performanslardan ödün vermeyen oyuncu kadrosuna gelirsek, ilk önce Afife Tiyatro Ödülleri, En İyi Erkek Oyuncu Ödüllü Şerif Erol’u, hemen arkasından En İyi Kadın Oyuncu Ödüllü Özlem Zeynep Dinsel’i ve sonra Devrim Özder Akın, Onur Gürçay, Kübra Balcan, Yasemin Taş’ı ayakta alkışlıyorum. Özellikle Şerif Erol’un akıl almaz etkileyicilikteki performansı ve şaşılacak derecede yüksek enerjisi karşısında diyecek söz bulamıyorum. Oyunun sonunda yanaklarımdan süzülen gözyaşlarının başlıca sebebi, kendisi ve özellikle son sahnedeki performansıdır, şüphesiz.
Oyunda demans hastası ihtiyar bir babayla kızı arasındaki gelgitli, çekişmeli fakat her şeye rağmen özünde iyilik barındıran ilişkiyi izliyoruz. Zamanda yolculuk ediyor, anılar ve travmalar arasında gidip geliyoruz; bir yandan baba karakterinin hastalığın evrelerini tırmanışına tanıklık ederken, bir yandan da sorguluyoruz: “Gerçeklik dediğimiz aslında nedir ki?”
Karakterlerin kendi yolculuklarına biz de ortak oluyor; oyun boyunca kendimizi bir babanın, bir de kızının yerine koyuyoruz. Anne (Özlem Zeynep Dinsel) babasının (Şerif Erol), hastalığı sebebiyle kendisi için sağlıklı kararlar alma yetisini bir süredir kaybettiğinin farkında olan bir evlat. Bu sebeple de, babasının mutluluğu için en doğru şekilde hareket etmeye çalışıyor. Hep çok endişeli, hep çok kaygılı görünmesinin nedeni bu. Birlikte olduğu adamla birlikte Londra’ya taşınmaya karar veriyor vermesine ama, aklı babasında. Önceliği, ona iyi bakacağından emin olduğu ve babasının da seveceği – ki, bu kısım pek kolay olmuyor – bir yardımcı kadın bulmak; sonra da gözünün arkada kalmayacağı bir düzen oturtmak. Anne’in, bu amaç doğrultusunda yaşadığı tüm zorlukların, yaptığı fedakarlıkların, yeri geldiğinde çok yıprandığı anların en yakından gözlemcisi de tabii yine biz, seyirciler oluyoruz.
Öbür yandan, özgürlüğüne çok düşkün bir baba figürü var karşımızda; hem ihtiyarladığı için hem de hastalığının bir getirisi olarak sürekli kızı Anne’le sürtüşen ve inatlaşan bir baba. Bir tek kızıyla değil, ona yardım etmeye çalışan herkesle inatlaşıyor. En başta da, her birine bir kulp taktığı yardımcılarıyla. Kiminin hırsız olduğunu düşünüyor, kimini ahlaksız buluyor – günün sonunda hiçbiriyle anlaşamıyor. Çünkü kendi deyişiyle o; hiç kimseye ihtiyacı olmayan, her şeyi kendi başına gayet rahat halledebilen bir adam.
Babanın bu direncine karşılık, oyun devam ediyor ve oyun devam ettikçe hastalığın evreleri de ilerliyor. Anne’in “Ben babamdan korkardım, çok otoriter bir adamdı” diyerek anlattığı baba karakterinin; giderek bakıma muhtaç hale gelişini, sahip olduğu becerileri birer birer yitirişini ve gözle görülür şekilde çocuklaşmasını izliyoruz. O kadar ki, babası bir gün Anne’den onu ninni söyleyerek uyutmasını istiyor.
Oyunda, demans hastalığının en yaygın belirtilerinin de, baba karakterinde vücut bulduğunu görüyoruz. Baba; konsantrasyon ve organizasyon bozuklukları yaşıyor, rutin işlerinde ve karşısına çıkan problemleri çözmekte zorlanıyor, karamsar bir ruh hali içine giriyor, huysuzlaşıyor, kimi zaman ona seslenildiğinde yanıt vermiyor, aynı şeyleri üst üste ve birçok kez dile getiriyor… Mesela, sürekli olarak; kızına “Senin her şeyi tekrar etme hastalığın var!” dediğini görüyoruz. Yani, hastalığının belirtilerini reddetmekle kalmıyor, bir de onları karşısındakine projekte ediyor. Fazlasıyla unutkanlık yaşıyor; oyun boyunca saatini defalarca kaybettiğini sanıp, yeniden ve yeniden bulması bunun en belirgin örneği. Aslında bir yandan kendisinde meydana gelen değişimlere bir anlam vermeye çabalıyor, bir yandan da günlük yaşamını doğru bir şekilde devam ettirmek için savaş veriyor.
Oyun boyunca derinden etkilendiğim pek çok sahne oldu diyebilirim. Şimdilik size pek bir şey ifade etmeyeceğini bilsem de; oyunu izledikten sonra yazının bu kısmına yeniden göz atma ihtimalinize bel bağlayarak, birkaç cümle ve an’ı buraya iliştirmek istiyorum: “Burası benim evim değil mi?”, “Saatim kayıp!”, “Ben kimim?” / “Emin misin?”, “Annemi istiyorum ben!” ve Anne’in bir önceki akşam gördüğü rüyadan bahsettiği sahne… Dilerim The Guardian tarafından son 10 yılın en iyi oyunu olarak gösterilen bu değerli oyunu izleme şansı bulursunuz, sonrasında yazımın bu son kısmını çok daha iyi anlayacağınızdan eminim!
Bilet almak için tıklayın.
İlginizi çekebilir: İrem Bali’den Tartuffe
Kalemine sağlık İrem, yazını okuyunca bir an önce gitmek istedim bu oyuna.