Eski ramazanları özlüyorum; çünkü aslında çocukluğumu özlüyorum. Yoksa ramazan olduğu yerde duruyor; sadece İslami yıl Hicri takvimi esas aldığından ve Hicri takvim de Miladi takvimden 11-12 gün kadar kısa olduğundan yıldan yıla o kadar gün geriye gidiyor. Dolayısıyla çocukluğuma dair hemen her şeyi özlediğim gibi o yıllardaki ramazanları da özlüyorum. Sorumluluklarımın olmadığı; her şeyin bir oyun olduğu, ramazan boyunca tüm zamanı iftar ve sahura endeksi yaşadığım bir dönemi özlüyorum.

Nerede O Eski Ramazanlar? | Fotoğraf: Zeki Okur – unsplash.com

Her bireysel ve toplumsal olgu gibi ‘nostalji’ de politik, toplumsal, ekonomik ve sosyo-psikolojik şartların etkileri sonucu oluşuyor. Nostaljiyi doğuran nedenlerden biri olarak mevcut politik, ekonomik ve toplumsal şartlardan memnun olmama hâli sayılabiliyor. Bu memnun olmama hâlinden kaynaklı olarak toplum ve birey tahayyüllerde hayali bir geçmiş, bir ‘altın çağ’ yaratıp onu yüceltiyor. Örneğin son dönemde yükselen 90lar, özellikle de ‘efsanevi yıl’ olarak tanımlanan 1993 nostaljisi yakın dönemde gördüğümüz nostaljik dalgaya iyi bir örnek. Türkiye’nin politik ve toplumsal bir cehennemi yaşadığı o yıldan (isteyenler ‘1993 Türkiyesi’ diye kısa bir araştırma yapabilir), o yıldan sonra doğanlar bile, İstanbul’da gerçekleşen konserelere bakıp yapay-hayali bir altın çağ yaratılmaya çalışıyor.

Ramazan için hiç kuşkusuz nostalji hastalığından (nostalji kavramı bir hastalıktan doğmuştur) mustarip en bilinen konulardan biri, hatta birincisidir denebilir. “Nerede o eski ramazanlar” klişe cümlesi ile özdeşleşmiş bu nostalji o kadar uzun zamandır seslendiriliyor ki artık bir tür ramazan parodisine dönüşmüş durumda.

Öncelikle şunu belirteyim: Ben ramazanları çok severim. Yakın zamana kadar sağlığım elvermeyinceye kadar çok uzun bir süre düzenli oruç tuttum. Ve evet… itiraf ediyorum çocukluğumdaki ramazanları özlüyorum ve “Ah nerede o ramazanlar?” diyorum içimden.

Benim çocukluğum 70’lerin sonundan 80’lerin sonuna kadar olan bir dönemde geçti. O yılları ergenliğimin tüm çekilmezliğini yaşamaya başladığım 1989 yılına kadar hayatım en mutlu günleri olarak hatırlarım. Oysa ben farkında olmasam da Türkiye’de yaşayan pek çokları için o yıllar yaşamanın en zor ve en kötü yıllarıydı. Faşist bir askeri darbe toplumun üzerinden silindir gibi geçmişti. İşkence görenler; hapislerde çürüyenler; işlerini, onurlarını ve sevdiklerini-yakınlarını kaybedenler için o yıllar benim deneyimlediğimden çok farklıydı elbette. O yıllarda benimle benzer yaşlarda olan ama benim gibi her dediği yapılan, rüya gibi bir çocukluk geçirmek yerine ziyaret günlerinde hapisanede ağır şartlar ve zulüm altındaki tutuklu babasını ziyaret etmek zorunda olan çocuklar… Günümüzde o dönemin çocukları da benim gibi anıyorlar mıdır o yılları; o yılların ramazanlarını, bayramlarını? Ramazan söylendiği üzere gerçekten herkese bolluk bereket mi getiriyordu? Benim için ramazan iki akşamda bir farklı bir akrabaya veya dost eve gidilen ve topluca mutluluk içinde yenen iftarlar; her akşam farklı bir menü ile sevdiğim güzel yemekler ve sonunda da bayram gelince hediyeler ve harçlıklar demekti. Ben çok şanslı bir çocuktum; hem baba hem de anne tarafında neredeyse tüm büyükler hayattaydı (Sadece dedem-anneannem-büyükbabam-babanem değil babamın ve annemin büyük baba ve babaanneleri ve anneanneleri de hayattaydı. Ayrıca halaları ve dayıları da bayram ziyaretine gidecek kadar yakınlardı bize.) tatlı, harçlık ve hediye konusunda cömerttiler. Yoksul bir ailede büyüyen bir çocuğun ramazanları ve bayramları da bu şekilde mi geçiyordu? Örneğin ben çocukken herkesin kurban bayramında kurban kestiğini düşünürdüm. Bir kurban bayramında babamın halalarından birinin herkesin kurban kesemediğini anlatmasıyla bir sosyo-ekonomik gerçeklikle ilk defa karşılaşmıştım ve çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocukken yoksulluğu hastalık gibi doğal bir durum olarak düşünürdüm mesela. Büyüyünce gerçekler ısırmaya başladı; dünyanın büyüsü bozuldu ve aslında dünyanın ne kadar kirli ve insanlığın ne kadar kötü olabileceğini gördüm tıpkı yoksunluğun politik ve ekonomik tercihlere ve tarihsel süreçlere bağlı olduğunu veya bizim için bir oyun, komik bir olay olan ‘İlk oruç dayağı hangi ilde atılacak’ merakının aslında ülkedeki demokrasi, özgürlükler ve yaşam tarzlarına saygı alanlarına dair çok ciddi politik ve sosyolojik bir sorun olduğunu öğrendiğim gibi.

Nerede O Eski Ramazanlar? | Fotoğraf: John Crozier – unsplash.com

Eski ramazanları özlüyorum. Sıcak pidenin kokusu her yanı sarmışken içine mis gibi köyden gelmiş doğal tereyağını ve rahmetli babamın Erzincan’dan getirdiği gerçek deri tuluma basılmış tulum peyniri koyup aldığım ilk lokmayı özlüyorum. İstediğim her şeyi hemen alabilecek bir finansal özgürlüğe sahip olmadığım için arzu ettiğim bir şeyi istemenin ve özellikle de çocukken en sevdiğim şey olan ayakkabıları istediğimde annemin “Bayram geliyor, bayramda alırız.” demesini ve bayrama kadar beklemenin heyecanını yaşamak istiyorum. Refah içinde, dönemin koşullarında varsıl sayılabilecek bir ailede büyümeme rağmen istediğim ayakkabıyı hemen bulamıyordum; çünkü o model ya Türkiye’ye hiç gelmemiş oluyordu veya gelse bile sadece İstanbul’da satılıyordu. Annemle o ayakkabıyı bulması için yaptığım pazarlıkları ve onun  da iyi yanına denk gelirse yaptığı uğraşları hayal meyal hatırlıyorum ve özlüyorum. Bayram harçlarını kitap ve kasete (O zamanlar henüz CD daha çıkmamıştı; hâlâ MC dinliyorduk.) yatırmayı; bayramda rahmetli babaannemin bayramlaşmaya çok fazla kişi geldiğinden dolayı yaptırdığı tepsi tepsi baklavaları, su böreklerini ve zeytinyağı sarmaları kilere gidip gidip sınırsızca yemeyi; daha ötesinde dertsiz tasasız, sadece anı yaşamayı özlüyorum.

Nerede O Eski Ramazanlar? | Fotoğraf: J Huang – unsplash.com

Geçen hafta yakın dostumuz bir aile, iftara geldi. Uzun yıllar sonra ilk kez bir iftar daveti vermenin heyecanıyla elimden geldiğince zengin bir sofra kurmaya çalıştım. Masaya oturduğumuz ise aklıma Gazze’de ve dünyanın farklı yerlerde açlıkla pençeleşen çocuklar, fiyatı arttığı için artık her gün pide alamadığını titreyen bir sesle söyleyen emekli geldi… Orucu sadece aç-susuz kalmak olarak gören ve yıllarca oruç tutsalar bile ruhlarınını temizlenemeyecek olanlar; politikleşmiş ve dünyevi işlerden başını kaldırıp uhrevi işlerle uğraşmaya vakit bulamayan dini kurumlar geldi…

Nerede O Eski Ramazanlar? | Fotoğraf: Abolfazl Ranjbar – unsplash.com

Almanca’da çok sevdiğim bir kelime vardır: Weltschmerz…

Sözlük anlamıyla “dünya ağrısı/sızısı” anlamına gelen ve Türkçe’de karşılığı olmayan bu kelime “Gerçeğin hiçbir zaman zihnin beklentilerini karşılayamaması karşısında duyulan hissi’ ve “Mevcut dünyanın sizin olmasını istediğiniz hâli yansıtmadığı için içinde bulunulan depresyonu” tanımlar.

İftar sofrasındaki hurmalara gözüm takıldı… Ağzıma attığım bir hurma tanesi adeta ‘weltschmerz’ tadını içine hapsetmiş, damağımdan tüm bedenime yayıldı.

Kapak resmi oğlum Kerem’in ilk kez ramazan pidesiyle tanıştığı anın fotoğrafı. Onun bu şaşkınlıkla karışık coşkusunu gördüğümde içimdeki çocuğun öleli çok olduğunu fark ediyorum. Ölmediyse bile can çekişiyor ve Muratgan Mungan’in şiirinde dediği gibi “Kırılgan bir çocuk o; yüreği cam kırıklarıyla dolu”…

Kapak Fotoğrafı: Bülent Tunga YILMAZ

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Lian Penso ile Köklere Dönüş ve Lezzetleri Yaşatmak Üzerine