”+ Peki elde ettin mi bu hayattan istediklerini yine de. – Ettim. + Peki ne istemiştin? – Sevilen biri oldum diyebilmek, sevildiğimi hissedebilmek yeryüzünde.” Mezar taşına kazınan bu dizeler, Raymond Carver’ın yaşamının ve eserlerinin özeti gibi. Sevilmek, anlaşılmak ve dünyada bir iz bırakmak… Bu basit ama derin istek, onun tüm öykülerinin altında yatan temel duygu belki de.

Raymond Carver | Fotoğraf: Library of America

“Tersine Mühendislik: Yazmak İçin Okumak” atölyesinde Beliz Güçbilmez ile Carver’ı okuduğumda, önümde bambaşka bir dünya açıldı. Carver’ın öykü evreni, ilk bakışta bulanık mekânlar ve çözümsüzlüklerle örülü gibi görünüyor. Kulüpler, barlar, kafeler… Bu mekânların doğal pusluluğunun ötesinde, yazar en aydınlık mekânları bile bir belirsizlik perdesiyle örtmeyi başarıyor. Alkol, sigara, uyuşturucu, bu evrende mekân tanımaksızın kol geziyor. Bu atmosfer, karakterlerin üzerinde baskılayıcı bir etki yaratıyor – tıpkı 1950’lerin soğuk savaş ortamının toplum üzerinde yarattığı baskı gibi.

Raymond Carver | Fotoğraf: minima & moralia

Onun karakterleri, sanki toplama kamplarına götürülen kitleler gibi yabanıl ve donuk bir duygu yayıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasının yıkımlarını onarmaya çalışan bir dünyada, güvenli bir sığınak arayan insanları anımsatıyor. En az sözle en çok şeyi anlatma çabası içinde – belki de bu yüzden iletişimsizlik, Carver öykülerinde başlı başına bir iletişim biçimine dönüşüyor.

Katedral öyküsünün yazılış hikâyesi bile bu iletişimsizliğin nasıl iletişime dönüşebileceğinin güzel bir örneği. Karısı Tess Gallagher’ın arkadaşı Jerry’nin ziyareti sırasında yaşanan sıradan bir akşam, Carver’ın ellerinde bambaşka bir anlam kazanıyor. Öykünün sonunda, görmeyen bir adamla gören bir adam arasında kurulan o benzersiz bağ, belki de yazarın tüm eserlerinin özeti oluyor.

Raymond Carver | Fotoğraf: The Raymond Carver Photography

Carver’ın erkek karakterleri genellikle bir işte çalışsalar bile parasız, hareket alanları kısıtlı olması ile öne çıkıyor. Aileye katkıda bulunma ya da nafaka ödeme zorunluluğundan kaynaklanan çaresizlik duygusu, onları eksik hissediyor. Adeta bir kapana kısılmış gibiler. Her geçen gün birbirlerini biraz daha inciten, yaralamaya alışan çiftler, güven duygusunun yerle bir olduğu ilişkiler, değer yargılarının olmadığı bir dünya… Carver’ın öykü evreni işte böyle bir yer. “Boşluk her şeyin başlangıcıdır” der bir karakteri – belki de modern dünyanın en çarpıcı tanımlarından biridir bu.

Roberto Bolaño’nun “Anton Çehov ve Raymond Carver’ı okuyun çünkü ikisi de 20. yüzyılın en iyi yazarlarıdır.” tavsiyesi boşuna değil kesinlikle. Carver, tıpkı Çehov gibi, ruhumun en karanlık köşelerini aydınlatmayı başarıyor. Her öyküsünü en az üç-dört kez okumak okuyorum, çünkü her okumada yeni bir katman, yeni bir anlam keşfediliyor. Yazarın kendisi bir röportajında derin anlamlar ve metaforlar peşinde koşmadığını söylese de öyküleri o kadar zengin ki okurlar sürekli yeni anlamlar, yeni katmanlar keşfeder. Belki de bu, iyi edebiyatın doğasında vardır – yazarın bilinçli niyetlerinin ötesine geçen bir anlam zenginliği.

Raymond Carver | Fotoğraf: HistoryLink.com

1988’de akciğer kanserinden hayatını kaybeden Carver, arkasında sadece öykülerini değil, edebiyata yeni bir bakış açısı da bıraktı. O, 20. yüzyılın belki de en büyük öykücülerinden biri olarak dramatik ama lirik bir şiirle yüzleştiriyor bizi. Eğer Raymond Carver’ı hiç okumadıysanız, “Katedral” ile başlamanızı öneririm. Ama unutmayın: Bu öyküleri okuduktan sonra dünyaya bakışınız değişecek. Artık en sıradan anlarda bile olağanüstü bir şeyler arayacak, her köşe başında bir Carver öyküsü yakalamaya çalışacaksınız.

Kapak Fotoğrafı: The Guardian

İlginizi çekebilir: Gülce Çankaya’dan Zelda ve F. Scott Fitzgerald