Roma: Alfonso Cuaron'dan Kusursuzluğun Filmi
Alfonso Cuarón’un başyapıtı Roma, festival turuna Venedik Film Festivali’ndeki Altın Aslan ödülüyle başladıktan ve dünyanın farklı kentlerindeki sınırlı sayıda salonda gösterildikten sonra bugün, yani 14 Aralık 2018’de, Netflix’te erişilebilir hale geliyor. Film, teknik kusursuzluğu ve gerçek anlamda bir sinema deneyimi sunmasıyla, şüphesiz ki yılın en iyi filmlerinden biri, hatta birçoklarına göre en iyisi. Bir an önce izleyin ve tüm bu kusursuzluğun filmle aranızda bir aşka mı yoksa filmi beğenmenizin önünde bir bariyere mi dönüşeceğine karar verin!
Alfonso Cuarón, ististnasız tüm filmlerine beğenmek bir yana, hayran olduğum nadir yönetmenlerden. Dinamikleri değişen bir dostluğun en iyi şekilde beyazperdeye aktarıldığı muazzam yol filmi Y tu mamá también‘den (2001) tahammül edilebilir ender Dickens uyarlamalarından The Great Expectations‘a (1998), serinin en iyi filmi olduğunu düşündüğüm Harry Potter and the Prisoner of Azkaban‘dan (2004) beni kameraya sıçrattığı kan damlalarıyla ağlatmayı başaran distopya Children of Men‘e (2006)tüm filmografisi hayranlık uyandırıcı işlerle dolu yönetmenin. Bir de gününün tüm teknik imkanlarını en iyi şekilde kullanmış, son yılların uzayda geçen en iyi filmi Gravity (2013) var tabii… Cuarón’un 17 yıl sonra ilk kez ülkesinde ve İspanyolca olarak çekeceği Roma‘nın çok kişisel ve çok içten olacağı, filmin haberini aldığımızdan beri belliydi. Netflix ve Cannes Film Festivali arasındaki polemikler nedeniyle Cannes’da gösterilmeyen film Venedik’te büyük ödül Altın Aslan‘ın sahibi oldu, beklentilerimiz daha da arttı. Henüz ilkbahar aylarından itibaren hem En İyi Film hem de En İyi Yabancı Dilde Film Oscar ödüllerini alabileceği konuşulmaya başlayınca daha da… Roma birçok festivalde ayakta alkışlandı, Netflix prömiyeri öncesinde de dünyanın farklı kentlerindeki sınırlı sayıda salonda gösterime girdiğinde izleyenleri büyüledi, eşzamanlı olarak yılın en iyilerini açıklayan eleştirmen birliklerince yere göğe sığdırılamayıp ödüllere boğulmaya başladı bile.
Kuşkusuz Cuarón’un bugüne kadar yakaladığı başarıda, yukarıda adını geçirdiğim birçok filminde ona eşlik eden görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin de payı büyük. Roma ile ilgili tek endişem de, yönetmenin bu filminde Lubezki’yle çalış(a)mamış olmasıydı. Ama görülüyor ki, görüntü yönetimi konusunda yakın dostundan çok şey öğrenmiş Cuarón. Ve beni endişelendiren tek yanı, Roma‘nın en güçlü ve en başarılı yanına dönüşmüş. İlk kez bir filminde kamerayı eline alan yönetmenin kadrajına sığdırdıkları, yakaladığı ikonik görüntüler, karakterlerini ve sokakları takip edişi, ışığı kullanışı o kadar kusursuz ki – yılın en iyi çekilmiş filmini izleyeceğinize emin olabilirsiniz.
Peki Roma, gerçekten o kadar iyi mi, gerçekten kusursuz mu? Gerçekten o kadar iyi. Gerçekten kusursuz. Film hakkında, teknik anlamda söylenebilecek en ufak bir olumsuz söz yok. Görüntü yönetiminin mi yoksa ses tasarımının mı daha iyi olduğuna karar veremiyor, 1970’lerin Meksika sokaklarını ne kadar gerçekçi yansıttığına mı yoksa filmin bir yönetmenlik harikası oluşuna mı hayran olacağınızı şaşırıyorsunuz. Alfonso Cuarón, filmin yalnızca yönetmeni ve görüntü yönetmeni değil; senaristi, yapımcısı ve kurgucusu da… İşte Roma hakkında yapılabilecek tek olumsuz eleştiri de bu noktada ortaya çıkıyor. 5 yıldır Cuarón’un yeni bir film çekmesini beklerken ve Roma’yı sinemada izleme ayrıcalığını tatmışken, Roma‘ya tam not vermeye dünden hevesliyken yani, içimde bir şeylerin eksik kalmasına neden olan, filmle duygusal bir bağ kurmama engel olan neydi diye uzun süre sorguladım ve cevabı buldum: Perdeyle aramda Cuarón’un egosu vardı. Yönetmen çocukluk anılarının yazılı olduğu defterin tozlu kapağını açmış açmasına, gerçek hayata dokunan bir film yapmış yapmasına ama eline geçirdiği ameliyat eldivenlerinin varlığı kendini film boyunca hissettiriyor. Çektiği filmin kusursuzluğunun o kadar farkında ki yönetmen, başkalarının filmini beğendiğini söylemesine ihtiyacı olmadığını, mükemmel bir film çektiğini bildiğini haykırıyor.
Roma, Meksiko’da, geçtiği mahalleden alıyor adını. 1970’lerde geçen filmde, bu mahallede yaşayan orta sınıf bir ailenin hizmetçisi Cleo’nun (Yalitza Aparicio) gözünden, ailenin, mahallenin, şehrin ve ülkenin bir yılını izliyoruz. Cleo ve temsil ettiği sınıfın maruz kaldığı ikiyüzlülüğü, bunun sokaklara yansımalarını görüyoruz. Diğer yandan Cleo ve evin hanımı Sofía’nın (Marina de Tavira) yaşadıkları aracılığıyla, farklı sınıflardan iki kadının dünyasındaki farklılıkları ve benzerlikleri görüyoruz. Neredeyse yazılmış her sahnenin kaynağında, çekilmiş her sahnenin fonunda kadınlara dair, sınıfsal dinamiklere dair, Meksika tarihine dair bir söylem ya da gözlem saklı. Görsel ve işitsel mükemmeliyetçiliğini senaryosuna da ince ince işlemiş Cuarón. Ama işte bu mükemmeliyetçilik ve kusursuzluk, her şeyin planlanmış olduğunu çok belli ediyor. Evet, sonuçta bu bir belgesel değil, adı üzerinde, bir kurmaca bu. Ama hayatın içinden ve kişisel bir film çekme iddiası bu kadar görünürken, hayatın arka planında olanların bu kadar göz önünde olması rahatsız edici. Karakterleri yaşarken, karakterlerinin başına bir şeyler gelirken arkaplanda bir toplumsal portre yok da, 70’lerin Meksika’sında yaşananlardan satırbaşları geçip giderken arkaplanda birileri bir hayatlar yaşıyor sanki. Roma‘nın ağzımı açık bırakan güzelliği ve kusursuzluğu bir yana, ruhumu ve yüreğimi ele geçirememesinin, benimle bir bağ kuramamasının nedeni bu. Roma, kusursuz bir film evet ama bizimki bir aşk değil, mantık birlikteliği.
Roma‘nın teknik anlamdaki kusursuzluğunu sinemada izlemenin, o muazzam görüntüleri perdede görüp, o seslere büyük bir salonda maruz kalmanın bambaşka bir deneyim olduğunu ve İstanbul’un da Netflix’in Roma‘yı gösterime soktuğu şanslı kentler arasında yer aldığını unutmayın. İmkanınız varsa sinemada izleyin, imkanınız yoksa Netflix’te yakalayın. Ama 2018’in en iyi filmlerinden birini izlemeden yıla veda etmeyin.
İlginizi çekebilir: Pınar Civan Kuster’den Meksiko’nun Renkleriyle Meksiko Gezisi
İlk yorumu siz yazın!