Bir yanda uzayın kolonileştirilme isteğinin altında yatan hayalperestlikle karışık doyumsuzluk hissi bir yandan ise dünyanın yaşanılamaz bir yere dönmesinin yarattığı karamsarlık. Evet; sürücüsüz araçlar, yapay zekâ gibi çığır açan gelişmelere ön sıralardan olmasa da ortalardan bir yerden şahit oluyoruz. Hem de söz konusu; belki kariyerimizdeki bizi heyecanlandıran bir terfi, belki Mars’ta koloni kurulma ihtimali, belki de Orbital kitabındaki gibi yörüngenin etrafında dönüp duran altı astronot olabilir. Hepimizin bir şekilde hareket edip durduğu bir gerçek. Fakat insanlık olarak cidden ilerliyor muyuz? Bu sorunun yanıtı Samantha Harvey’in Orbital kitabında mucizevi bir şekilde kendini göstermiyor. Fakat yine de dünyayı kısmen anlamlandırabilmek için bazen ondan 250 mil uzaklaşmamız gerekebiliyor.

Samantha Harvey | Fotoğraf: The Albertan

Jüri başkanı Edmund de Waal’ın “yaralı bir dünya hakkında bir kitap” şeklinde övgüler ile bahsettiği ve 2024 Booker Ödülü’nü kazanan Orbital eserini konuşmanın tam vakti gibi hissediyorum. Bunun bir sebebi kitabın yakında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilecek olması, diğer sebebi ise The New York Times’ın kitap kulübünde şubat ayında okunuyor olması. Kitap üzerine derin bir okuma yapmak için yepyeni araçlara sahip olacağımız bu dönemde, Orbital kimisi için kısa bir durum öyküsü; kimisi için ise uzun bir şiir. Kimisi için hiçbir gelişmenin olmadığı sıkıcı bir kitap, benim gibi kimiler için ise olağanüstü bir yerdeki monotonluğun yarattığı bir içe dönüş.

Orbital | Fotoğraf: Penguin Books Australia

Orbital

Samantha Harvey, Booker Ödülü için gerçekleştirdiği konuşmada; kitabı, “dünya için çalışan, ona karşı olmayan; barış için çalışan, ona karşı olmayan” herkese adadığını belirtiyor. Orbital; farklı ülkelerden gelen altı astronotun bir gününü anlatıyor. Fakat bu bir gün, bizim bir günümüz ile tabii ki aynı değil. Çünkü dünyanın yörüngesi etrafında tam on altı kez tur atıyorlar. Kısacası yalnızca 24 saat içerisinde defalarca günün doğumunu ve batımını görecek kadar hareket halindeler. Yazının başında da dediğim gibi hareket halindeler ama gerçekten ilerliyorlar mı? Geçmiş, şimdi ve gelecek tam olarak ne zaman? Kimin geçmişindeler, kimin geleceğindeler? Orbital üzerine bence sayısız okuma yapmak mümkün fakat yazının devamında ben; ilerleme anlayışından bahsedeceğim.

Orbital’ı The New York Times’ın kitap kulübünden de takip etmek isterseniz; buraya bakabilirsiniz.

Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.

Orbital | Fotoğraf: Eylül Aytan

Orbital Kitap Analizi

Genelde bir kitabın analizi için başta karakterlerin kim olduğundan ve hangi olayların gerçekleştiğinden detaylıca bahsetmek gerekiyor. Fakat “Orbital” için bu yaklaşım, bence bir hataya düşmek olur. Ekipte iki kişinin kadın; Amerika, Japonya, İtalya ve Birleşik Krallık’tan bir, Rusya’dan da iki kişi olduğunu bilmek bence gayet yeterli. Derin bir okuma yapmaya başladığınızda Chie’nin annesini yakın zamanda kaybetmiş, Anton’un ise tamamen sevgisiz evliliğinde mutsuz olduğunu bilmek; size Kelebekler filmindeki yüzleşme sahnesinde yer alan “Sen kaçtın. Yetmedi, şimdi uzaya kaçmaya çalışıyorsun.” repliğini hatırlatabilir. Fakat Orbital kitabında kimse kaçmıyor ve bu altı farklı karakterin kendilerini nasıl bu uzay istasyonunda bulduğunun bir önemi yok. Çünkü dünyanın etrafında tur atarken onlar artık tamamen kolektif bir halde. Bu fikri iyice benimseyebilmemiz adına Harvey, kitabına şu cümleler ile başlıyor: “Dünya’nın etrafında, uzay aracından dönerken öyle birlikte ve öyle yalnızlar ki. Hatta bazen düşünceleri, içsel mitolojileri bile kesişir. Bazen aynı rüyaları görürler.”

Orbital | Fotoğraf: NASA – unsplash.com

“Aynı yerde dönüp durmak”

Orbital kitabı için “Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler; bir bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler.” diyemeyiz. Fakat kıtaları, dağları ve okyanusları aştıkları bu yolculukta hep aynı yerde dönüp duruyorlar diyebiliriz. Biz, onların yalnızca on altı kez tur atmalarına şahit oluyoruz. Ve bu sırada ister olay örgüsünün sakinliği içinde sıkılalım ister heyecanlanalım; kitabın sonunda, biz kendi dünyamıza geri dönmek için heyecan yaşarken onların otuz beş bin kez daha aynı turu atmaları gerektiğini duymamız, hafakanlar bastıracak bir etki yaratıyor.

Orbital | Fotoğraf: Greg Rakozy – unsplash.com

Uzaydan dünyaya baktıklarında hareketlerini tarif etmenin bir yöntemi kitapta şu şekilde yer alıyor: “Gece yarısına altı saniye kala Buda geldi, daha sonra Hindu tanrıları, yarım saniye sonra İsa, bir buçuk saniye sonra ise Allah.” İşte bu kadar hızlı. Fakat karakterler çoğu zaman bu uzay aracında o kadar tutsak hissediyorlar ki kendilerini bir tabutun içine canlı bir şekilde konmuş gibi düşünüyorlar. Kimi zaman ise hayranlıkla izledikleri uzaya hâlâ bir camın ardından ve bir metalin içinden bakmanın hayal kırıklığını yaşıyorlar. Onların bu hareket halindeki durağanlıkları, uyku halindeyken dahi kendisini gösteriyor. Yataklarındayken bile güneşi, okyanusun hallerini hissediyorlar. Çünkü onların yörüngeleri gözlemlemeleri veya uyumaları, dünyanın akışına hiçbir etkide bulunmuyor. 11. kez yörüngenin etrafında tur atarken bir kez daha her şeyin ama her şeyin döndüğüne ve geçip gittiklerine şahit oldukları bir noktada astronot Shaun, bir soru üzerine düşünmeye başlıyor: “Biz, insanlığın geleceğini nasıl yazıyoruz?” Soruya kendisinin yanıtı ise insanlık tarihini yazmadıkları. Kendilerini bir rüzgâr sandıkları ama aslında rüzgârda hareket eden bir yapraktan ibaret oldukları. Pietro’nun cevabı ise “Milyarderlerin yaldızlı kalemiyle.” Bu iki yanıt da bize, kitabın ne yaparsak yapalım yeterince etkimizin olmadığına dair nihilist bir tonu ilerleyememek üzerinden çizdiğini hissettiriyor.

Orbital | Fotoğraf: NASA – unsplash.com

Kitabın içerisinde nihilist bir ton yer yer kendini gösterirken Felsefenin İzinde podcast serisinden “Kendi Batışını İstemek” bölümüne bir atıfta bulunmak istiyorum. Pelin Dilara Çolak, Nietzsche’nin nihilizminin yanlış anlaşıldığını ve yıkımın ardından gelen yaratıcılıktan bahsettiğini söylüyor. Kitaptaki “hareket ederken ilerlememenin” yarattığı nihilist tonu, Roman’ın Vancouver’dan bir kişi ile radyo aracılığıyla konuşurken gerçekleştirdiğini görüyoruz. Kişi, uzayda olmanın yaratabileceği “Bunların amacı ne ki?” sorusunu yönelttiğinde; Roman, bu yolculuğun insanı kafeste gibi hissettirebileceğini, sevdiklerini özlemesine sebep olabileceğini ve konforsuz hissettirebileceğini fakat günün sonunda o yaşadığın hissin sende kaldığını ve canlı hissettiğini söylüyor. Bunun üzerine dinleyicinin söylediği “Keşke akşam olsaydı geçtiğini görebilirdim.” cümlesine verdiği yanıt ise “Biz, her şekilde geçiyoruz.” Yani, bir kişinin bir eylemi göremiyor olmasının bu eylemi geçersiz kılmadığını belirten bu anlayış; hareket içerisindeki ilerleyememe hissini de bir nevi pozitif düzleme çıkarıyor.

Orbital | Fotoğraf: NASA – unsplash.com

Samantha Harvey’in anlattığı “hareket ederken ilerleyememe” halini hayatımızın birçok alanına da çekebiliriz. Tam da bu noktada kitapta nihilist tonda aktarılan anlamsızlığın en güzel yanı; günün sonunda pozitif bir yere bağlanıyor olması. İşimizde, ilişkilerimizde ya da radyodan bağlanan katılımcının “dişini fırçalarken” yaşadığını belirttiği “Peki, bunların ne anlamı var?” sorusunun bir potansiyel cevabı bu metaforda yatıyor olabilir. İnsanın anlam arayışına kesin bir cevap veremiyor olsa da bu cevapsızlığın eylemlerimizin anlamsız olduğu sonucunu doğurmadığını ve harekete devam etmemiz gerektiğini gösteriyor.

Kapak Fotoğrafı: NPR

İlginizi çekebilir: Melike Büşra’dan Yalnızlığın Felsefesi