Bazen bir fotoğraf karesiyle, bazen bir cümleyle açılan bir evren… Ve bu evrenin ardındaki, denizle başlayan bir hikâyenin, imgelerle örülü bir anlatının peşinden giden Sami Kısaoğlu. theMagger olarak, sözcükleriyle olduğu kadar görsel diliyle de yeni düşünme biçimleri sunan disiplinerarası sanatçı Sami Kısaoğlu ile yaratım serüveni, gelecek planları ve KAIROS’taki, 19 Nisan’a kadar uzatılan “Sessizlik Atlası” sergisi ilgili sohbet etme fırsatını yakaladık.

Sami Kısaoğlu

Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Multidisipliner bir sanatçı olma yolunda çocukluğunuz ve gençliğinizde nelerden beslendiniz?

Sanırım hikâyenin başlangıç noktasında sizi gerçekten siz yapan kültürel ve genetik unsurlar var. Aileniz, büyüdüğünüz yer, o yerde yaşadıklarınız, çevrenizden aldıklarınız ve verdikleriniz… Coğrafyacılar ve mimarların tuhaf bir ortak noktası vardır pek bilinmeyen: Her ikisi de anlatının başlangıç noktası olarak yeri baz alırlar; mimaride bu yapıya yön verir ve nasıl bir evde yaşayacağınıza etki eder, coğrafyada ise ortaya çıkacak olan entelektüel ürünün kendisine (belki bir kitap, belki bir ders) yön verirken, günün sonunda insanlara bırakacağınız zihin kıvılcımlarına tesir eder. Edebiyattan sinemaya, plastik sanatlardan dansa tüm sanatlar da biraz böyledir; geldiğiniz yer (bazen coğrafi, bazen kültürel) nerede olduğunuza, nereye gideceğinize, ne yapacağınıza ve kim olduğunuza etki eder.   

Burada yeniden kendimi aynanın önüne koyacak olursam, her şeyin başlangıç noktasında deniz var diyebilirim. Tuhaf bir şekilde dünyanın yaratılışı için de bu böyledir. Yaşam milyonlarca yıl önce denizlerde başladı. Evrimin yüzlerce yılı, mekân olarak kendisine denizleri seçti. Süngerlerden tek hücreli canlılara, mercan resiflerinden bitkilere, en eski omurgalılardan yumuşakçalara sayısız canlının evrim süreci denizlerde gerçekleşti. Benim bireysel evrimim de sanırım denizlerde gerçekleşti. Ailemizde sayısız kaptan, tekne yapımcısı, deniz insanı var. Nesiller öncesine uzanan bu kronolojinin son noktasında ise şimdilik ben varım. Çocukluk yıllarımdaki birkaç yılı saymazsak hiçbir zaman deniz benim için profesyonel bir uğraş olmadı. Öte yandan bu devasa su kütlesi; öykülerimden fotoğraf çalışmalarıma, denemelerimden şiirlerime, ilgi alanlarıma, okumalarıma ve yaşantıma her daim yön verdi.

Fotoğraflarınızda bazen huzur dolu bir şiirsellik yakalarken bazen brutalist bir rahatsızlık görüyoruz. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Neredeyse tüm sanat disiplinlerinde seyirci için aşikâr olan bir ortaklık söz konusudur: Bir eseri sıklıkla sanatçının ne anlatmak istediğinden çok kendi kültürel kodlarımız ve bilgi birikimiz ile okuruz. Aslında doğrusu da biraz böyledir, zira her eser Umberto Eco’dan alıntılayacak olursak bir “açık yapıt” özelliği taşır ve her seyirci ile farklı konuşabilir. Sorunuza geri dönecek olursak şiirsellik fotoğraflarım ile ilgili çok sık aldığım bir yorum ama brutalist bir estetiğe yakın durduğu yorumunu ilk kez alıyorum. Kuşkusuz zıtlıklar tüm sanat dallarında farklı dengeleri de beraberinde getirir, ilişkiler, hatta hayatın bizzat kendisi için de bu böyledir. Kontrastları, çelişkileri, dualite taşıyan anları ve anlamları hayal edebilmek ve görebilmek sanırım bahsettiğiniz dengeyi sağlıyor.

Evvel Zaman İçinde Toprak Mitosları”, 2021, Neandros Serisi, S.B. Analog Fotoğraf | Sami Kısaoğlu

KAIROS’taki “Sessizlik Atlası” serginizin fikri nasıl doğdu? Sergideki imgelerin çift anlamlılık ve ikilik üzerine kurulmuş olması, sizin kişisel yaşantınızla ya da gözlemlerinizle nasıl ilişkilendi?

“Sessizlik Atlası” sergisini oluşturan fotoğraflar 2000 – 2025 yılları arasında üzerinde çalıştığım ve bugün de devam etmekte olduğum üç farklı seriden besleniyor: “Neandros: Uzak Bir Ada İçin Portre Denemesi” / “Yaşam Formları” / “Belirsizlik Portreleri.” Galeri ekibi farklı serilerimden bir seçki yaptıktan sonra bu eserleri sergileme teklifiyle geldiklerinde şu soruyu sordum kendime: “Tüm bu fotoğrafları bir araya getiren ortak kavram neydi? Hangi duygular, hisler ve anlamlar birbirinin içine geçiyordu bu fotoğraflarda?”. Kısa süre içinde sessizliğin belirgin bir şekilde öne çıktığını gördüm.

Yazılı kaynaklar sessizliği ya da en azından sessizlik olarak algıladığımız şeyi, amacı ve niteliğine dair kuşku duymayacağımız şekilde tarif eder. Doğu ve Batı kültürlerinde engin bir anlam coğrafyasına sahip olan bu sözcük, her ne kadar başta duyma eylemine dair bir algılama biçimi olsa da ruh / tin / fenomenoloji ve daha başka şeylerle de yakından akraba. Manzaradaki, mekândaki, mimarideki sessizlikler, davranışlar, durumlar ve duruşlardaki sessiz olma halleri gibi. Sergi, sessizliği duyduğumuz bir şeyden çok duyumsadığımız bir şey olduğu önermesinden hareket ediyor.

Serginin isminde “atlas” sözcüğünün seçimine dair de şunu söyleyebilirim: Atlaslar bilindiği üzere belirli bir alanı ya da dünyayı gösteren, coğrafya, astronomi, dilbilim vb. bir ya da birkaç konuyu açıklamak için hazırlanmış haritalardır. Yapı itibariyle bütünü, kapsayıcı bir şekilde içerirler. Sergide de duyumsadığımız sessizlik hallerinin çeşitlemelerine yer verdiğim için “atlas” sözcüğü biraz kaçınılmazdı. Görsel kültür ile yakından ilişkisi olanlar sanat tarihçi Aby Warburg’un 1929 yıllında adını bellek tanrıçası Mnemosyne’den alan bir Bellek Atlası yarattığını hatırlayacaktır. Biraz burada Warburg’un atlas düşüncesine de bir gönderme var.

Sorunuzun ikinci kısmına istinaden şunu söyleyebilirim: Gerek lens tabanlı üretimlerimde gerekse yazınsal üretimlerimin temelinde 3 ana mesele yatıyor: Duygular, hisler, anlamlar. Bu üçlemenin içinde sonsuz olasılık söz konusu. Bir şeyin çoklu ya da kontrast anlamlara sahip olması da bu sonsuz çeşitlemenin bir parçası. Bu nedenle hem metin hem de fotoğraf alanındaki üretimlerimin kendi dümen sularında, yeni denizlere açılan bir yolculuğu var bir yandan.

“Zamanın ve Şeylerin Sessizliği”, 2023, Belirsizlik Portreleri Serisi, Renkli Analog Fotoğraf | Sami Kısaoğlu

Fotoğrafçılığınız analog, polaroid ve instant kameralar; hatta oyuncak kameralar üzerine kurulu. Dijital mecranın olanaklarıyla analog estetik arasında nasıl bir sınır belirliyorsunuz?

Her şey bir his, bir duygu ile ilgili. O his ise hayatta neyi sevip sevmediğinizi, neyi yapmak isteyip neyi yapmak istemediğinizi belirliyor. Sonrasında ise anlamlar beliriyor sahnede. Her ne kadar dijital ile analog fotoğraf arasında sınırlar çok geçirgen olsa da birinde sayısal olarak üretilmiş dijital görüntü ile bilgisayar başında, diğerinde ise film ile ürettiğiniz görüntü ile karanlık odada çalışırsınız. O son noktayı, son cümleyi koyduğunuz an ise tüm entelektüel ve duygusal atmosfere tesir eder. Çok meşhur bir sözü vardır Steven Spielberg’in: “Dijital fotoğraf bilimdir, film fotoğrafçılığı ise kimyasal bir mucizedir.” Gerçekten burada kimyasal mucize sözü boş yere sarf edilmemiştir, fotoğraf filminin üretiminden karanlık oda sürecine türlü kimyasal mucizeler söz konusudur.

Farklı dijital kameralar ile fotoğraflar çekiyorum fakat projelerimde hep analog kameralar söz konusu. Her iki kameranın (analog ve dijital) duygusu, sesi, talepleri, anlattıkları hep çok farklı. O yüzden sınırın analog tarafına hep daha yakın durdum.   

Yapay zekâ, görsel imgeleri ve imgeler arası ilişkileri anlamlandırmakta giderek güçleniyor. Sizce anlam, yalnızca algoritmaya dayalı olarak üretilebilir mi, yoksa bir “insan duyumsaması” hala kaçınılmaz mı?

Anlam kişiden kişiye göreceli olarak hayat buldu tarih boyunca. Karakalem, pastel, kolaj, dijital çizim ya da yapay zekâ. Hangi araç ya da malzeme ile yaptığınızdan çok neyi, nasıl kullandığınız ve sonucunda ne ürettiğiniz sorusu önemli sanırım.  Yapay zekâ kuşkusuz dil modellerinden sanatsal üretimlere, bestecilikten sürücüsüz araç modellerine sayısız alanda hayatımızda. Şuanda yapay zekâ ile üretilmiş besteleri, yine yapay zekâ üzerinden istediğiniz duygusal ruh hallerini detaylıca yazarak, gerçekte var olmayan bir şarkıcıya yorumlatabilir, hatta dijital platformlarda bu eserler üzerinden telif gelirleri bile elde edebilirsiniz. Ortaya çıkan sanatsal ürünü anlamlandırmak ya da anlamlandırmamak ise günün sonunda yine insanlara kalıyor. Görsel sanatlar için de benzer bir durum söz konusu.

“Fırtına”, 2021, Neandros Serisi, S.B. Analog Fotoğraf | Sami Kısaoğlu

Marmara Denizi’nin en küçük adasının portre denemesi olarak çıkaracağınız “Neandros” adlı kitabınız, yazılı ve görsel üretimlerinizin kesişiminde duran bir proje gibi. Bu kitapla birlikte üretimleriniz nasıl bir evreye geçecek sizce? 

Neandros kitabı belirttiğiniz gibi devam etmekte olan bir proje. Sevgili Ali Akay ve sevgili Enis Batur’un birer makale ile katkıda bulunduğu, birkaç yazarın daha yine bu kitap için yazılarını yazmakta olduğu, benim ise fotoğraflarını çekmeye devam ettiğim bir seri. Metnin içindeki imgeleri ve imgelerin içindeki metinleri duyumsamayı, dinlemeyi ve görmeyi daima sevdim. Yazı ve fotoğraf birlikteliği sanırım mayamda olan bir unsur. Bundan sonrası için denize dair şiirlerin ve fotoğrafların olduğu bir kitap olacak belki de. Bu kitabın düşünce balonları bir süredir baktığım her yerde, gerisini zaman gösterecek.  

Fotoğraf pratiğinizde sizi en çok etkileyen isimler kimler oldu? Hatta görsel üretimlerinizi besleyen disiplinler arası ilham kaynaklarınızı da öğrenmek isteriz.

Fotoğrafçılardan çok sinemacılar, edebiyatçılar, felsefeciler, mimarlar ve hatta dansçılar sanırım beni etkiledi. Crystal Pite, Akram Khan, Sidi Larbi Cherkaoui ya da Jiří Kylián gibi koreografların eserindeki hareket anlatısı, ışık, teatral yaklaşım, dekor ve diğer unsurlar hiç beklenmedik unsurlar üzerinden bana yeni düşünce alanları açabilir fotoğrafa ya da imgelere dair. İstanbul Teknik Üniversitesi, Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde (Müzikoloji) yüksek lisans çalışmalarıma devam ettiğim sırada çağdaş ve modern müzik ile fazlası ile dirsek teması halindeydim. Çağdaş bir müzik eserindeki mekânsal bir temsilin fotoğraf ya da danstaki yansımasını düşünmek, farklı disiplinler arasındaki kaybolan – var olan renklere, seslere, görüntülere bakmak; şüphesiz sanatsal anlamda farklı yerlere taşıyor insanı. Amerikalı besteci George Crumb’ın “Black Angels: Thirteen Images from the Dark Land” isimli çok meşhur bir yaylı çalgılar dörtlüsü eseri vardır.  Vietnam Savaşı’nın farklı anlarından ilhamla yazılan bu eseri “Fotoğraflar üzerinden nasıl düşünebiliriz?” sorusu, bazen onlarca ayrı fotoğraf kitabına bakmaktan daha ilham verici olabilir. Bu nedenle müzik sanatının da farklı katmanlar ve bağlamlarda mutlaka etkisi vardır fotoğraf anlayışımda.

“Kendine Ait Bir Doğa”, 2000, Yaşam Formları Serisi, S.B. Analog Fotoğraf | Sami Kısaoğlu

Fotoğraf şüphesiz her şeyden önce bir düşünce ve bakış meselesi. Duygu, anlam, estetik ve her türlü diğer parametre bu iki ana başlığın sonrasında geliyor. Bu bağlamda düşündüğüm vakit, fotoğraf alanında Türkiye’den iki isim verebilirim: Şahin Kaygun ve Yıldız Moran. Her ikisi de farklı bağlamlarda ülkemiz fotoğrafı için önemli ve öncü isimlerdi ve çok erken çekildiler sahneden. Dünyadan ise Antonie d’Agata ismini verebilirim. Yıllarca analog ve dijital kameralar ile yarı öznel belgeselci bir bakış açısı ile oldukça çarpıcı fotoğraflar ürettikten sonra pandemi döneminde elinde termal kameralar ile Paris sokaklarında gezerek insanların vücut ısıları üzerinden kendine özgü estetik anlayışıyla fotoğraflar yaratması benim için unutulmazdı. Virüs ismini taşıyan bu seri, olanaksızlıkların içinden de başka olasılıklar yaratılabileceğini göstermek adına da harika bir seridir. 

Kapak Fotoğrafı: “Kıyıda”, 2000, Belirsizlik Portreleri Serisi, S.B. Analog Fotoğraf – Sami Kısaoğlu

İlginizi çekebilir: Nergis Güler’den Ara Güler Müzesi’nden Şehre Bakış