Sana Turuncu Çok Yakışıyor: Orange Is the New Black
“Bir internet sitesinden televizyon kanalı mı olur?” dedik. Yaptılar. “Netflix dizisi Emmy adayları arasına girebilir mi?” dedik. Kategorilere yeni bir soluk getirdiler. “İnternet üzerindeki bir dizi bu kadar çok konuşulur mu?” dedik. Sosyal medyanın kralına dönüştüler. İşte size popüler kültürün yeni fenomeni, 12 dalda Emmy adayı Orange Is the New Black…
Teknolojik harikaların giderek daha donanımlı hale gelmesi ve yeni jenerasyonun da buna uyum sağlamasıyla birlikte artık seyirci elindeki sayılı seçeneği bir kenara bırakıp kendi seyir programını kendi yapmaya başladı. Buralara uğramamış olsa da Netflix, “Seç İzle” mantığıyla yola çıkmış ve belirli bir hizmet bedeli karşılığında üyelerine sayısız film ve dizi izleme seçeneği sunan bir internet sitesi. Fakat artık televizyonların da dijital çağa tam bir geçiş yapması sayesinde Amerikalı izleyiciler Netflix’e direkt televizyonları üzerinden de internet bağlantısıyla ulaşabiliyor. Daha evvel yine theMagger için karaladığım House of Cards yazısında ufaktan bu kuruluşun nasıl ortaya çıktığını anlatmıştım. O yüzden şimdi direkt Netflix’in altın çağının en önemli dizilerinden birini konuşmaya geçmek istiyorum. Eminim, Netflix’in orijinal içeriğiyle House of Cards sayesinde tanışanlar çoğunluktadır. Fakat kabul etmek gerek ki, bu yeni oluşumun popülerleşmesini sağlayan asıl dizi Orange Is the New Black.
Dizinin hayranlarının büyük bir kısmının haberi olmasa da biricik dizimiz gerçekten de yaşanmış olaylara dayanıyor. Piper Kerman’ın “Orange Is the New Black: My Year in a Women’s Prison” isimli kitabından uyarlanan yapımın altında Weeds’in yaratıcısı Jenji Kohan’in imzası var. Yakın bir tarihte “Yeni Moda Turuncu” adıyla Türkçe’ye de çevrilen kitabı diziye olan abartılı hayranlığım sonrası ben de okudum. Hemen söylemem gerek, Piper Kerman’ın her satırından bencillik akan biyografisiyle dizinin çok alakası yok. Karakterlerin isimlerinin büyük bir çoğunluğu değiştirildiği gibi bazı insanların da ırklarıyla ve özellikleriyle oynanmış. Özetle Jenji Kohan’in sadece kitaptaki fikri ve belli başlı elementleri alıp ortaya kaynaktan bağımsız, orijinal bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Kendine has mizahı ve muhteşem casting çalışması dizinin doğru bir şekilde şekillenmesini sağlamış.
Bilmeyenler için hemen çıkış noktasından bahsedelim… Orange Is the New Black, Piper Chapman (Taylor Schilling) ismindeki bir hanım kızımızın gençliğindeki biseksüel eğilimli yıllarında sevdiği kadın sebebiyle içine karıştığı basit bir uyuşturucu suçu sonrası, yaptıklarından uzunca bir zaman sonra aldığı 2 yıllık cezayı çekmek üzere Litchfield’a transfer edilmesiyle start alıyor. Piper’ın bu yeni dünyasında birbirinden köşeli ve farklı kültürler, ırklar, sosyal sınıflardan gelen kadınlar var. Tabii Piper’ın dışarıdaki hayatında da ona bir şekilde varlığını hissettiren nişanlısı Larry (Jason Biggs) ile arkadaşları ve ailesinin de konuya bir yerinden dahil olduğunu eklemek gerek. Lakin kitaptaki Larry çok daha kabul edilebilir, makul bir adam olmasına rağmen Jason Biggs’in karakteri olaylara daha büyük tepkiler veriyor, Piper’ı içerideyken dışarısı için de kafa yoran bir kadına dönüştürüyor. İlk sezonda Litchfield’a asimile olma çabalarını izledik ana karakterimizin. Yaz başında yayınlanan ikinci sezon ise odak noktasını biraz değiştirip, araya kattığı yeni karakterlerle Piper’ı biraz geri plana itti. Yani dizinin kendini yenileyebildiğine de böylece şahit olmuş olduk.
Orange Is the New Black’in en sevdiğim yanlarından biri de her bölümünde farklı bir karakterin geçmişini anlatıyor oluşu. Hikayede önemli bir yer teşkil edenlerin büyük bir çoğunluğu öyle ya da böyle bu flashbackler sayesinde hapse giriş sebeplerine kadar deşifre oldu. Litchfield’ın kadınları Jenji Kohan’in bu başarılı tasvirleri sayesinde karikatürize hallerinden çıkıp daha realist bir tabana oturmayı başardı gözümüzde. Mesela Red’in (Kate Mulgrew) asabi ifadesinin arkasındaki kırılganlığına şahit olduk. Bayan Claudette’in (Michelle Hurst) içerisindeki “anne”yle tanıştık. Suzanne’in (Uzo Aduba) çocukluğunda yüzleştiği sıkıntıları, Gloria’nın (Selenis Leyva) onu çelik gibi sinirlere sahip bir kadına çeviren acı geçmişini, Poussey’nin (Samira Wiley) kalbinin kırıklarını, Sophia’nın (Laverne Cox) bu noktaya kadar gelirken çektiği çileleri gördük. Hapishane koşulları onları birbirinin aynı kadınlar olmaya iterken anlatılanlar sebebiyle her fiilin altında hakikatli bir sebebin yattığını öğrendik.
Orange Is the New Black bu sene ilk sezonuyla yarışıyor Emmy Ödülleri’nde. Hemen neden ilk sezonla yarıştığını da açıklayalım isterseniz, çünkü bu konuyu kavramakta izleyiciler büyük sıkıntı yaşıyor. Emmy Ödülleri’ni dağıtan Televizyon Akademisi (ATAS) her yıl oylamayı Haziran ayı gibi (Çoğu zaman Haziran’a kalmadan başlıyor oylama.) gerçekleştiriyor. O yüzden dizilerin bir önceki yılın Haziran ayı ile oylamanın başlamasından evvelki Mayıs ayı arasında yayınlanmış olması gerekiyor. Yani Orange Is the New Black’in 12 dalda aday olduğu, 25 Ağustos gecesi dağıtılacak 66. Primetime Emmy Ödülleri, Haziran 2013 ile Mayıs 2014 arasında yayınlanan dizileri içermekte. Bu sebeple de ikinci sezon önümüzdeki yıl yarışacak. Ben şimdiden kendinizi Orange Is the New Black’in zaferlerine hazırlamanızı öneririm.
Kadrodan Taylor Schilling, Kate Mulgrew, Natasha Lyonne, Uzo Aduba ve Laverne Cox adaylık aldı ilk sezonla. Ayrıca yönetmen ve senaryo dalları haricinde büyük kategoriye de girmeyi başardılar. Ben Modern Family’nin yerini artık bu altın ekibin alacağını düşünüyorum, umarım yanılmıyorumdur. Hala izlemeyen varsa, İngilizce’ye “binge-watching” (Bir televizyon dizisinin tüm bölümlerini ara vermeden arka arkaya izlemek.) kavramını sokan Orange Is the New Black ile acilen tanışmalarını öneririm. Televizyonun en renkli karakterleri ve kusursuz bir şekilde yazılmış bölümleriyle tanışma zamanı geldi de geçiyor. Sonra “Ama çok bölüm birikmiş.” dememek için, şimdi ekran başına!
İlk yorumu siz yazın!